6 Haziran 2011 Pazartesi

"Evet, ben de ata binmeyi severim"




Epey zamanı var aslında bu olayın (giriş tümceleri kullanmadan zart diye girdiğim ilk yazım oldu evet. en çok kutluyorum kendimi). Senede 1-2 defa gerçekleştirdiğim "dur bakalım ne olacak" temalı yolculuklardan birine - bir takım dış ve iç gazlar sonucu - çıkmıştım. Şehir ismi vermek istemiyorum açıkçası, zira çok da iç açıcı bir şehir değil. "Görsen anadoluyu" isimli çocuk şarkısının zaten büyük bir kolpalar pınarı olduğunu biliyordum zira çocukluğumdan beri. Ama hani insan merak da ediyor, İstanbul u bırakıp anadolunun dandirik bir ilinde okumaya giden kadının amacı nedir diye (ben ettim siz etmeyin).

Daha otobüse bindiğim anda "ya bu sefer de bir takım salvolara gidiyorsun ama, saman kokarak döneceksin" diyordum kendi kendime. Yanımda oturan ve aslında yerim olan "cam kenarı"nı vermek istemeyen bir dayımsı (dayıdan çok sigara izmaritine benziyordu, hem görünüş hem koku olarak) ve otobüste oynatılan mega rezil filmler, çalınan müzikler ve "sığiçermisiğiz?" diyen bir muavin olmasına rağmen, en azından yanına gittiğim kadını düşünerek bir nebze avunmaya çalışmıştım. Yol uzun değildi aslında. belki üç belki dört saatti. ama benim bunu anlamak için yolculuk sonrasında, saatimin aslında bozulmadığını anlamam gerekliymiş, bu da ayrı bir olay.

İndiğim otogar, her otogar gibi karmaşık, "daha bavulumu almadan yanıma gelip "nere gidicen abi götürelim, öğrenci misin?" diyen adamlar ve iğrenç bir tavuk döner kokusuyla kaplıydı. Hoş, sokaktan beslenen bir adam olmama rağmen, şu tavuk döner denen kepazeliği oldum olası sevememişimdir. Kızın beni gardan alacağını düşünüyordum, zira öyle anlaşmıştık. Şarjı bitiklerde olan telefonumla aradım. Çaldı, çaldı. Evet telefonumun şarjı azdı, zira evden çıkışım bile bir anda olmuştu. Gelsene yanıma dediği an, "bak gelirim ama" diyip. "gel gel özledim seni" cevabını alarak ani bir gaza gelişti aslında beni bu saman kokulu yolculuğa çıkartan. Alkollü internet kullanmak, bir çok kazaya sebebiyet verebiliyor.

Tabi ki "sahiden" oraya gitmem kızı şaşırtmış olacaktı ki, son anda uykusundan uyanıp "gardayım" diyebildikten sonra "geli.." diyebildi. Evet, şarjım da bitmişti ve öyle hıyarca bir aceleyle evden çıktığımı da düşünürsek, şarj aletimi de yanıma almayı unutmuştum normal olarak. (Daha önce benzer bir yolculuk yaptığımda da, evin telsiz telefonunu çantama atmıştım evet. Acele edince hep bir takım abukluklar oluyor.) Oradaki METRO TURİZM (chris rea - road to hell, iyi şarkıdır) yazıhanesine gidip zar zor şarja taktım telefonumu. hani arar eder diye de başında bekliyordum. Ama görevlinin "nereden geldi lan bu dingil" manalı bakışlarına maruz kalmak da hiç hoş değildi. Daha da hoş olmayan, oradaki bir güvenlikçinin devamlı "ya işte birader sivası şampiyon yapmıyorlar. yapsalar var ya, sivas şampiyollar (evet aynen böyle dedi) liginde de oynar da işte özellikle yapmıyorlar. demirören para vermiş." diye beynimi çekiçlemesiydi. Bir an önce tekel bulup bir kaç "bişey" içmek, sanırım kızı görmekten bile daha iyi gelecekti.

Tabi ki etrafa sora sora bir tekel bayii buldum. sabahın 9unda bulduğum tekeldeki adamı alsam, tırt bir zombi filmi çevirip "zombilerin başkanı" rolünde oynatsam, bi daha george romero yu anan bir insan evladı daha olmazdı şerefsizim. Benim bildiğim tekel bayileri muhabbete gelen adamlardır. Palyaço burnuna hem şekil hem renk olarak benzeyen gözler ve gerçekten su kaplumbağası kabuğuna benzeyen yeşil/kahverengi bir tene sahip adamlar görmeye pek alışkın değilim. Kuytu bir yer bulup (tabi ki gazete kağıdına sarılı) biramı içiyor bir yandan "ulan yazıhaneden telefonla çantam gitmesin?" diye kuruntu yapmaktaydım. Ama sivaslı güvenlikçi sonuçta bana "ben bakarım kardeş onlara ayıpsın." demişti.

İki bira içip, iki tane de ceplerime koyup yazıhaneye geri döndüm. Oralarda içebileceğim daha kuytu yerler bulşacağımdan eminim zira. Sivaslı güvenlikçiye bluetooth dan nasıl şarkı atılabileceğini de öğretip sevap işledikten sonra kızı aradım ve "ya geliyorum da.... ev çok dağınık rahatsız olmazsın dimiii? cümlesini duydum. Dağınık olan ev miydi başka olaylar mıydı bilmiyorum, çok da umrumda değildi. Bir anlık gazla çıktığım o saman kokulu yolculuğumun karşılığını almalıydım.

Sonunda geldi. Neden bu kadar geç kaldığını sormaya gerek duymadım, zira makyajından, kılık kıyafetinden anladım az çok, uğraşmış. Ama benim üzerimde sadece bir tişört ve eşofman altı vardı. Diğer kılık kıyafet çantamdaydı. "Ne de olsa genelde evde takılırız" diye düşünerek yola çıkmıştım zira. Gelmesiyle beraber keyfim az biraz yerine gelmişti, ta ki "ya eve gitmeden önce biraz sana şehri gezdireyim" diyene kadar tabi.

Saat 11 civarı artık cebimdeki iki birayı da içmek için 1-2 kuytu yer bulup (bir tanesini başka bir tekelde soğuğu ile değiştireyim derken yaşadığım problemi anlatmıyorum bile.) bir nebze olsun rahatlamaya çalışırken "çok içiyorsun yaaaa" cümlesini işittiğimde başımdan aşağıya bir demlik çay dökülmüş gibiydim. "Ya canım eve gidelim mi artık, hem yorgun hem uykusuzum. Biraz dinlenelim" dedim. Neyse ki yüzümdeki o "bir gecede her şeyini kaybetmiş adam" ifadesi bir şekilde işe yaradı ve eve gidebildik; çok saçma sapan bir yerde olan, çok saçma sapan eve.

Kızla ilgili heveslerimin gitgide azaldığından emin olduğum için, yolda aldığım biraları dolaba atıp (iğrenç bir dolaptı), bir tanesini açıp kanepeye uzandım. Üzerime örtmek için getirdiği ördü, askerdeki koğuşumdan daha beter kokuyordu. Tabi ki "buna balık mı seriyorsun?" diye sorduğumda, "ya ev arkadaşım pek yıkanmaz. istersen benim örtümü vereyim?" dedi. O anda, ondan bana, örtüden başka hiç bir şey vermemesini istemiştim. Ne işim vardı ulan orada? Biraz uyuyup dinlenip. uyanıp dolaptaki biralarımı da içip, istanbula döneyim bvari diye planlar yaparken uyumuşum.

Akşamüstü uyandım. Boğazımın kuruluğu canımı yakıyordu ve ağzımın köle götü gibi koktuğundan emindim. "İyi uyudun yaa, günaydın canımmmmm!" tarzı neşeli bir atağa geçktikten sonra kız, uyku sersemliğiyle ancak "HE" anlamına gelebilecek basit bir sarılıştan sonra lavaboya yönelip, elimi yüzümü yıkayabildim. "Bir şeyler hazırladım" dedi. Karpuz, peynir ve çayın olduğu bir masada sadece bir kaç bardak su içip (çaydan nefret ederim), dolaptaki biralarımdan bir tanesini açıp içmeye başladım. Bitireyim de gideyim. Garda en azından bir dürümcü bulurum düşüncesindeydim. Ama o sırada, aslında hiç ihtimal vermediğim ama iyi ki de kabul ettiğim (ileride anlarsınız.), "ya bu akşam seni şehrin en güzel barına götüreyim ben" cümlesi geldi. Tabi ki başta, yüzümü ezilmiş ve çocukların top oynadığı kola kutusu gibi buruşturup "yok ya sanmıyorum" dedim. Ama bir şekilde ikna edebildi beni; edebileceği tek şekilde.

Akşam 10 gibi evden çıkmak üzere plan yaptık. Ben dolaptaki biralarım bitince, hem bira hem de adam gibi etli bir şeyler yemek için dışarıya çıkıp, hayatımda yediğim en klas köftelerden birini yiyip, biraz daha bira alarak eve döndüm. Hazırlanmasını bekliyordum, zira (anlattığı kadarıyla) burada onu epey el üstünde tutuyorlarmış. İstanbulluluğunu an biraz belli edince, orada herkese öyle yapıyorlarmış da vs vs. Odadan çıktığında "oha düğüne mi gidiyoruz?" tepkisi verdiimde, masada oturup skol içmeye devam ediyordum. "aa sen hazırlanmadın mı hala?" diye sertçe çıkıştı bana. "E noolcak ya iyiyim ben böyle işte." dediğimde, "bi berbere gidip şu sakalını kesersin sanmıştım. hadi o neyse de, eşofmanla mı geleceksin yaaaaa!" diye zılgıtı çekince, çantamdan pantolon çıkartıp (bildiğin düz kot) "olur mu ya bu DÜŞES!" diye gerek alaycı, gerek sinirli bir şekilde seslenip, yüzünü buruşturmasına rağmen "e ne yapalım olsun bari" demesiyle sinir katsayımı yükseltmişti. "Aman neyse, bari bu geceyi de kotaralım, sabah uzarım artık" demiştim içten içe. O yüzden çantamı da yanıma aldım, ne olur ne olmaz.

Evden çıktık. Ayağında, o yürümeyi asla beceremediği topuklularla (lan bu kız eskiden pank falandı.) o iğrenç anadolu şehrinin sokaklarında taksi durağına kadar yürüdük. "Oo x hanım yakşamlar, yine çoğşıksınız. Bu arada meraba abi" diyen ve sürekli yol boyunca "valla x hanım, siz burada öğrencilerin ablası olduğguz artık. Sizinle ne kadar gurur duyulsa az." tarzı cümleler kuran taksici bizi o ilin en lüks mekanının önüne getirdikten sonra, taksi parasını da verdim (çok tuttu) ve indik.

Mekan, İstanbulun ortahalli mekanlarına benzer bir yerdi işte. Öğrenci kısmı takılıyordu genelde. "Önce 1-2 tane dışarıda içelim, sonra içeriye gireriz ya" önerim de "ya alkolik misin sen? hem içeride epey ucuz" diyip de fiyatı söyleyince epey epey sevindim, daldık içeri. Bizim kız tabi yaş olarak bu öğrencilerden bir kaç yaş daha büyüktü. kimine göre abla, kimine göre "lan bi kıstırsam" durumu vardı. Kol kola içeriye girdik. Sanki ilk defa görmüşlercesine "vaaay x abla hoş geldin" diyen ufaklıklar ve yaşı yakın/üst sınıf vs. olduğu belli olan "vaay x yaa hoşgeldin hoca yaaa" diyen tırtolarla doluydu mekan. Hayatım boyunca bir daha asla yüzlerini görmeyeceğimden emin olduğum bir sürü tıngız insanla tanıştıktan sonra
(kızların da çoğunun gider katsayısı çok ama çok düşüktü. o gece, o şartlarda penaltı da vermezdi bana hakem) biraz elimi yüzümü yıkamaya gittim.

Alkolün ucuz olmasına sevindiğim için yüzümde devamlı bir gülümseme vardı. Ya dünyanın en güzel ve en dırdır yapmayan kadını gelse, bu tarz bir mekanda 2 liraya bira içmek kadar güldüremezdi yüzümü, eminim. Ama işte sonuçta yalnızdım. yanımda kız olsa bile, hani etrafında bin tane insan fırdöndü, bense hepsiyle dalga geçerek konuşuyordum. İşimi soranlara "ATA BİNİYORUM" diyordum. "Nasıl yani?" diyenlere, "Böyle işte at üstünde savaşan figüran oluyorum hep. çok iyi ata binerim" diyordum. Bir ara abartıp "Hayatımda atlardan daha önemli bir şey yok. İnsanlardan daha çok atlarla anlaşabiliyorum." diye sıkıp baya bir ilgi çekmiştim üstüme. ta ki şu cümleyi duyana kadar: "evet, ben de ata binmeyi severim!"

Arkamı döndüğümde, bir zamanlar "arka sokak" duvarlarına "ata binmeyi severim" yazarken tanıştığım basçı Tuğçe geldi. "Hala mı atlar?" diye sordu, güldük, sarıldık. O ortamda bir tanıdık bulmak çok ama çok güzeldi. "Burada ne yapıyorsun lan küheylan?" diye sorduğumda, "burada çalıyoruz abi bu gece. viski?" cevabını aldım. çantasından viski çıkartıp bardağıma doldurdu biraz. Benim kızla tanıştırmak istedim de, ikisi de yanaşmadı. Belli ki aralarında mevzu var. Karıştırmadım. Az biraz Tuğçe ile lafladıktan sonra benim kızın yanına geldim, tabi ki limonlu kuzu beyni gibi buruşuk bir suratla karşıladı beni ve bütün gece tripten tribe koştu. Sallamadım. İçtim, içtim, içtim....

........

Uyandığımda, barın karşısındaki bankta, sırtımda çantam (hiç çıkartmamıştım evet, çıkartmam), üzerimde biraz mideden çıkan dürüm parçaları bulmuştum. Hala tam anlamıyla ayık değildim, saatim de en son baktığımdan 2 saat ilerideydi sadece, takribi 02:10 civarıydı yani. mekan dörde kadar açıktı ve içeri girmeye çalıştım. çalıştım, zira zorluk çıkarttılar, "damsız almıyoruz" diye. Benim kızı aradım, açmadı. Belki de duymamıştır. Ama neyse ki tuğçe yi aradım ve tesadüfi bir şekilde moladaymış, açtı ve beni geri aldı içeriye "oğlum naptın sen?" diyerek.

Neler yaptığımı az çok anlatmaya çalıştılar, ama hala anlayamayacak kadar sallamaz, umursamaz ve "ya biraz daha içeyim" derdindeydim. benim kızı arıyordum bir yandan da sağda solda. tuğçe beni oturttu bir yere ve sahneye çıktı. İnsanların bana bakışı baya korkar gibiydi. Ulan ben ne yaptım acaba "diye düşünmeye de başlamıştım ufaktan. Bir bira almıştım ve içemiyordum. Düşünüp düşünüp "ulan ne ettim acaba?" diye soru soruyordum kendime. Yine benim kıza bakınmaya çıktım, iyi ki çıkmışım (yerde 20 lira buldum). Eninde sonunda buldum, bulmaz olaydım.

Bulmaz olaydım, zira "TESELLİ EKİBİ" toplanmış, tahminimce "o herifi nereden getirdin bak sarhoş oldu, seni de üzdü bu gece" tarzı konuşmalar yapmaktaydı. Hatta aralarında numune bir tip kalkıp "gel birader dışarıda konuşalım seninle." dediği an durumun ehemmiyetini kavrayıp "haa bunlar da beni palazlayıp artistlik yapacaklar, en iyisi ben erken davranıp artistliğin kralını yapayım!" diye düşünüp (ay lav düz mantık) adama "esnaf kafası" attım. sonrası bildiğiniz karambol ve alın bu arkadaşı dışarı.

.................


yine banktaydım, bir şekilde tekel bulup bira aldığımda saat 5 e geliyordu. Tuğçe aradı, içerideki olayları duymuştu tabi. Geldi yanıma "oğlum sen hiç mi akıllanmayacaksın lan?" dediğinde "sikerim ya, iyi muz" diye cevap verdim. "Gel bizde kal" dedi, evi mevi varmış orada. Sabah gideceğimi ve 1-2 saat takılsak yeteceğini belirtmeme rağmen, "yok ya gel kal, kusmuk koka koka binme otobüse bari. uyu, uyanınca gidersin istersen" dedi. Makul geldi evine gittik. Duş aldım, kendime gelir gibi oldum. Evde içecek sadece votka ve kola olduğunu öğrendiğimde aslında epey de sevinmedim değil. Buraya neden ve nasıl geldiğimi, neler yaşadığımı, neler gördüğümü ve nasıl canımın sıkıldığını anlattım. Güldük.


.......................


Sonra bir 5 gün daha kaldım orada.

Evet ata binmeyi hakikaten seviyorum.
............................................................................



"kime niyet, kime kısmet. ekmek nereden çıkar hiç belli olmaz arkadaşlar!"




sevgilerimle,


Erhan Kabakci, 1974 - Bangladeş

1 yorum:

Adsız dedi ki...

büyük başkan, yine aç kalmamışsın ekmeğini çıkarmışsın..