22 Aralık 2010 Çarşamba

KIZ FİLMLERİ -1 "ONCE" (vermedi)





Merhaba sevgili okurlarım. pek uzun zamandır karalamıyordum buralara bir şeyler. hoş her yazımın ilk paragrafında da benzer girizgahlar yapıyorum, siz alışkınsınız (canlarım benim). ortalarda yoktum epeydir, zira ANADOLUMUZ u gezdim biraz. ilerde bu konudan detaylıca bahsedeceğim ama bugün nedense, mp3 arşivimi kurcalarken ONCE isimli muhteşem tırtık filmin müzikleriyle karşılaştım. şimdi tamam güzel müzikler ama, şu anlamda güzel: "TAM KIZA YOLLAMALIK". evet hakikaten kıza yollamalık müzikler, zira süper getirisi oluyor. denedim, turnaladım.

Tabi her güzel şeyin de bir bedeli olması gibi saçma bir kanuna sahip bu doğa denen şey. Bu şarkıları bir şekilde dinlettiğiniz bir kız, bir gün "aa o filmi seyrettin mi? seyretmediysen beraber seyredelim!!" tarzı bir cümle kurabilir. Tabi siz de benim gibi inceden bir denyo yapıya sahipseniz "oh tamam önce film seyrederiz, sonra film çeviririz ohehe" düşüncesiyle hareket edip "ya aslında seyreder gibi olmuştum da tam hatırlamıyorum. seyredelim tabi beraber!" cümlesini kurup, "oh bu gece dolunay var" gazlarına gelebilirsiniz. biliyorum, bu çok yaşanan bir şey, birbirimizi kandırmayalım şimdi.

Sevgili dostlar, bu ONCE denen filmden bahsetmek istiyorum sizlere. kızaca anlatayım, zaten tırt bir film olduğuna kanaat getireceksiniz.

Şimdi işte adam var bir tane, böyle ipten kazıktan kopmuş. sokakta gitar çalıyor akşamları cırcır böceği gibi. gündüzleri de babasının NILFISK marka elektrikli süpürgeleri tamir ettiği dükkanında çıraklık falan yapıyor. Neyse bir gün sokakta yine tıngırdatırken bir kız geliyor işte, ismi Marketa mı ne. bizim buranın karadeniz şivesine benzer bir ingilizceyle (ki kendisi de gerçekten rizelilere benziyor) çocuğa gidip işte "ne güzel çalıyorsun da, işte elton john dan, yaşar dan bilir misin hiç?" kıvamında sorular soruyor. adam da "öyle tıngırdatıyor bir şeyler de tırt yani. ama işte sarışın gibi kızıl gibi olduğu için adam, kız bir nebze de olsa beğenmişlik kisvesine yatıyor. "ben de piyano çalıyorum, klavye çalıyorum vs." diyor cart curt. orada iki beraber çalıp hemen (sanki türk grubu anasını satayım) "biz grup kuralım" ayağı yapıyorlar birbirlerine. (zamanında metalciyken ben de bu ayağı çok kıza yapmıştım, elimden kaçan olmamıştı. hala işe yarar mı bilemiyorum ama.)

Sonra neyse efendim, kızın süpürgesi bozuluyor falan. Eleman da bunu babasının dükkanına götürüyor. ama elemanda bir baba var, valla baba demeye bin şahit ister. öyle nemrut, öyle uğursuz baba olmaz olsun. böyle 3. sayfa haberlerinde karısını ve çocuklarını kürekle öldüren babalar gibi bir sıfatı vardı elemanın. (ya da belki öyle değildi, kafam güzeldi net hatırlamıyorum. ) Ardından elemanımız kızı odasına çıkartıyor, bak sana kasetlerimi, sidilerimi göstereyim, müzik dinleriz, iki feysbuka bakarız gazı verip. neyse işte çıkıyorlar odaya falan, bizim eleman inceden halleniyor kıza. kız başta anlamamış kisvesine bürününce eleman iyice halleniyor, "burada kal mal" ayağı çekiyor işte, kız da tribi koyup gidiyor. (eleman hiç işi bilmiyor aga)

Neyse sonra bir takım sahneler vardı da, çok dikkat etmedim, bira mira almaya gitmiştim işte. Hah geldiğimde eleman kızın evine gitmişti falan böyle. Ne ara yeniden aklını aldı kızın bilmiyorum tabi. işte anasıyla manasıyla tanışlıyor kızın. anası da bir ayrı nemrut. kız da zaten ümraniye gibi bir yerde oturuyordu. ha sonra bir de kızın, memleketinde evli olduğunu öğreniyor bizim oğlan. ama "bana komaz tavrı" yapşıyor öyle iki üç de. koyuyor tabi haliyle.

işte belli bir süre daha şarkıyla türlüyle geçiyor. sonra bunlar iyice gaza gelip "kayıt yapalım, albüm yapalım" gazına geliyorlar. geliyorlar gelmesine de, ne elde var ne avuçta var. ikisinin de ajlıktan nefesi kokuyor. kız "kıredi çekelim bak, yaparız albümü. balyanın kralını toplarız. paşalar gibi de öderiz geri" gazını veriyor bizim elemana. eleman başta "harbi ödeyebilir miyiz?" diye soruyor. kız da "öderiz" diyince inanıyor işte gidiyorlar bankaya falan. banka müdürü biraz kıl çıkıyor. "ulan millet ajlıktan kırılıyor, siz şarkı söyliycem türkü söyliycem diye kıredi istiyorsunuz. denyo musunuz siz?" diyor. kız da "hayır denyo değiliz" diyince, banka müdürü inanıyor ve üçbin doları (öyle bir şey sanırım) toka ediyor bunların eline.

sonra işte sokağa çıkıp üç tane şopar çalgıcıya "bizle çalar mısınız? bakın albüm yapıcaz, voleyi vurucaz" diye gaz verip bir stüdyoya gidiyorlar. stüdyocu da biraz kıl tabi. zaten kıl olmayan stüdyocu var mı? (benim öyle stüdyom olsun ben de dünyanın en kıl adamı olurum arkadaşım. bu da işin bir parçası.) neyse işte para/zaman konusunda başta mırın kırın ediyorlar da, sonra yine KIZ bir şekilde ikna mikna ediyor. neyse bunlar okuyorlar şarkıları türküleri bir güzel. genelde yöresel havalardan çaldıkları için de eğleniyorlar epey. kayıt/mix/mastering işlerimi bitince (filmde tek ilgi alanıma giren detay) ses mühendisi arkadaş, "kaydı bir de araba teybinde dinlemek lazım" diyor. neyse geziyorlar arabayla, şarkıları dinleyip. herkes beğeniyor. parayı toka ediyorlar ses mühendisi arkadaşa. sonra siz sağ ben selamet ayrılıyorlar.

bizim adam işte kızı eve bırakıcak, tam net hatırlamıyorum da, ikisi de birbirine hallenir gibi mi oluyordu bir şeyler oluyordu da, sonra kızın kocası geliyordu, eve koskoca piyano getirmiş metirmiş bişeyler oluyordu işte. neyse efendim sonra bizim eleman kıza veda edip arkasını dönüp gidiyordu. kız da camdan bakıp piyano çalarak KOCASI EVDE OLDUĞU HALDE şarkılar türküler söylüyordu bizim sarıoğlana. film de böyle tırt bir şekilde bitiyor zaten.

yani kısacası, koca filmde marketa dan başka, en azından biraz gideri olan kadın görmeyi, kadın görmedim doğru dürüst. ha işte konusu da kısaca şuymuş, birbirlerini seviyorlar ama kız vermiyor falan filan. filmden anlayabildiğim bu kadar. acaba bu filmi yere göğe sığdıramayan kadınlar ne anlıyor bundan merak ediyorum. hani benim anlayabildiğim kadarını anlayabiliyorlarsa yine iyi. ama sonradan bir modlar, bir duygusallıklar. zaten filmi seyrederken bir ton içilmiş edilmiş, iyice mala bağlanılıyor.

kısacası canolar, böyle romantikli filmleri zaten -çoğunuz- sadece KIZ İSTEDİ diye seyrediyorsunuz. dikkat edin. fırsat buldukça ben size tanıtmaya çalışacağım bu tarz filmleri. kaçmalısınız. Bir de Wicker Park vardı aslında. ama o fena değildi. oradaki kadınların gideri vardı, o seyredilebilinir. neyse.

ONCE sadece ama sadece kızlarla seyredebileceğiniz bir film. tabi dayanabilirseniz. aman diyim. dikkat..




sevgilerimle,


Erhan Kabakci - 1964, Panama

14 Kasım 2010 Pazar

Emekçilik ve Ekmekçilik 2 (iki)






Her biri birbirinden güzel (bayan) ve birbirinden şık (adam (yalan)) okurlarıma kucak dolusu sevgiler. farkındaysanız - ki farkındasınız - son dönemlerde epey epey çalışan, eve erik/kayısı/üzüm/conta alan biri oldum iyiden iyiye. zira "izin" günümün PAZAR olması da, beni iyiden iyiye memur kafasına itti. hoş ya bu "kafası" terimini kullanmayı da, kullananları da oldum olası sevmemişimdir, sevememişimdir. hatta gıcık olup, kafalarına köşeli cisimlerle vurmayı da epey istemişimdir. neyse ki zamanında gerçekleştirmişliğim var. içim rahat, sırtım pek.

Çalışmak, ekmek(normal, somun ekmek) derdine türlü salvolara girişmek, aynı askerlik gibi, bir çok türk erkeğinin yapması gereken bir şey. tabi ki "müzik direktörü" olarak girdiğim mekanda bir yandan müziğe hakim olmaya çalışıp bir yandan "abi oradan bir votka satsuma yapsana" lafıyla karşılaşmak hoş olmayabiliyor. ha votka satsuma hakikaten ulvi bir şey. ama bir yandan "ulan şimdi biraz tempo yükseltsem mi, biraz ambiyansı kızartsam mı" diye düşünürken, diğer yandan "lan bunun tepesine fesleğen mi koyuyorduk nane mi?" diye düşünmek epey zor.

tabi ki yine "emekçilik" köşemi doldurdum. anlatmak istediğim mevzu daha farklı. takribi bir hafta öncesinde, bir pazar gecesi, Leonad Cohen ile çok ilgili bir arkadaşıma "kanka leonard cohen den ekmek yedim" diye mesaj atmıştım (harbiden yedim, çok ilginç) . pek sevgili arkadaşım ANDAÇ ESGEL de, "kanka ben de taksimdeyim, buralardaysan gel. garson kız ee ööö.. " diye cevap verince, tabi ki ortalığı toparlayıp yanına aktım sevgili andaç ın.

Blogumu takip eden arkadaşlara yabancı değildir sevgili andaç. neyse işte, oturduğu mekana gittim. fakat gittiğim yer, daha evvel (2 sene kadar önce) 30 kişi toplanıp bir herifi dövmek için gittiğimiz bir yer olunca tedirgin oldum. sonrasında o tarz mekanların çalışanlarının, oradan bir manita yapıp kayboldukları gerçeğini hatırlayınca rahatladım. sonuçta kimse bana "sen miydin lan iki sene evvel mekanda olay çıkartan!" diyemeyecekti, ki dese kaç yazardı o da ayrı bir mesele.

Andaç ve arkadaşı ile karşılaşınca "hah bu gece yine erkek erkeğeyiz" dedim içten içe. dıştan söylesem de farketmezdi gerçi. zira ben oturur oturmaz, orada zaten devam eden, inanılmaz bir ADAM ADAMA MUHABBET in içinde buldum kendimi. "oğlum bak şu kız var ya, onu ben kütürdettim, oğlum şunun fena gideri var da kolaycı değil, aman be abi bak benim listede şu var tam senlik, ee kanka gelsenize lan şuraya gidelim, akıyor karılar vs." tarzı muhabbetler "normal" olarak dönmekteydi ki, andaç ın bahsettiği garson kızı görüp "anaaaa" diyerekten ağzımın açık kalması NET oldu.

Her erkek gibi ben de "oğlum fena değil de, çok iş yok bunda, suratı bozuk, cildi bozuk vs." dıravdan gözden düşürmeler yapıp, rakipleri sabote etmek yolunda oynadım(hepimiz yapıyoruz, yalan atmayın) . garson kızın gider katsayısı çok da öyle dinamik alan üst sınırını geçecek durumda değildi. ancak vardı. gideri vardı. her ne kadar andaç "oğlum nez in sarışın hali" falan diye dırlasa da, "nezi mezi bilmem, tez kafeslemem lazım bunu" hisleriyle dolmadım değil. üç taze bekar (SAP) oturup, sürekli başka insanlara yaptığımız denyolukları anlatıp (yüksek sesle) AHAHHAHAAHA diye gülerken tabi ki bu pek zordu.

Hesabı söylemiştik ve ben (galiba ilk defa) "verin ya ben öderim" davranışı gösterirken, andaç ın gözünin kaydığı, karşı masada iki saattir tek başına oturan depresyon hırkalı kıza kalkmıştı. aslında kalkıp gitmeyi hiç istemiyordum ki, "ANDAÇINKİ" yine geldi. tabi ki "hadi birer bira daha içelim" önerisi patladı. üç mühendisin oturduğu bir masada, daha olurlusu olamazdı zaten.

"kanka nez in sarışını" denen arkadaş bizimle daha bir ilgilenir olmuştu. sanırım hakkında yaptığımız geyikleri duymamıştı, zira kuş hakkında o kadar kelam etsek, kendi kanatlarını kırar, "siktir lan, uçmam bir daha" derdi. e tabi alkolün verdiği o inceden yavşaklık ve masadan yükselen ADAM kokusu veya "oh bu masadan fena tip akar" düşüncesi de o bayanı masamıza çekmiş olabilir. ya da en kötüsü, "kalkıp gitseler de biz de evimize gitsek!"

mekanda çalınan müzikler, eminim bizim mahalledeki "yılmazlar gıda" için bile fazla demode nitelikteydi. zira 2010 yılında hala Reamonn - Supergirl için "Aaaaah bu benim şarkım" diye zangırdayan hatunlar olduğu gerçeğiyle karşılaşınca "lan bari kedimi getirseydim de, geceyi üçlü kapatsaydım" demem olmadı değil.

"Nez"in sarışını olduğu düşünülen (ben düşünmedim, nez i de beğenmem zira) hesabı getirince, "yok kanka bu sefer ben ödeyeceğim" hareketini yine yaptım ve başarılı oldum(başarı? göreceğiz). sadece hesabı getirdikleri kutuya, "yanlışlıklaymış gibi" parmağımı sıkıştırıp "AH" diyerekten ilgi katsayısını üstüme çekip, "iyisin değil mi?" yi durup, "iyiyim tatlım ya, pardon isim neydi? sabahtan beri(?) bizimle ilgileniyorsun soramadık kusura bakma ehe(sevimli surat ifadesi)" şeklinde ismini öğrenip(evet üç mühendisin gidebileceği nokta bu kadardır) SEVİNİP kalktık masadan.

Hakkında o kadar "şunu yaparım, bunu yaparım ederim" diye atıp tuttuğumuz "sarışın nez" in yanına bir tip geldi kapanışa doğru. sanırım dönemliklerinden biriydi. bu sayede o bayan arkadaşın da üni 1. veya 2. sınıfta olduğunu anladık. sevgili andaç "ya bu tarz heriflerle olan karılar cidden gelmezin, hatta dünyaya gelmesin" tarzı bir laf etti etmesine de, ben de alkolün verdiği gazla "ben böyle adaletin anasını sikeyim" diye kafamdan ırmaklar akıtırken, daha kötü bir şey oldu. andaç ın gözüne kestirdiği ufaktan depresif gibi, ama bir yandan frikikleri havada uçuşturur gibi olan kızın da SAPI gelince, ortadan kesilmiş solucan gibi kıvrılmaya başlayınca "bu gece bize ekmek çıkmaz kanka" dedik. (benim kestirdiğim kız "eagle eye cherry - save tonight" çalarken ooooooo diye bağırdığı için kestirmeyi bırakmıştım zati)

otobüste içmek için 1-2 bira alıp duraklara kadar yürüdük andaç ve adını hatırlayamadığım arkadaşıyla. tabi ki ben, yüksek alkolün etkisiyle "kanka ben arada sarışın neze bakmaya uğrarım mekana ya hahaha" diyip dururken, bir yandan "lan saat kaç oldu, kalkıp işe gidicem sabah" diyordum içten içe, şu an olduğu gibi.

yani demem şu ki, normalde ben çok efendiyim kibarım da, andaç çok terbiyesiz. yoksa ben don juan gibi adamım. şiir falan biliyorum bir sürü.

hem mekanda bağıra çağıra "selahattin özdemir - esrar perdesi" muhabbeti yaparken, kimi düşürebilirdik, onu da düşündüm otobüsle dönerken, otobüste telefonumdan esrar perdesi açıp bir yandan içip bir yandan dinlerken. kimse de karışamıyor bir noktadan sonra, manyak falan sanıyorlar. siz olsanız siz de yanaşamazsınız, "delirtecek beni esraaaaar, esraaaar, esraaar, esrar perdesi" tarzı nakarata sahip bir şarkıyı hem açıp hem eşlik eden ve içen sakalı bıyığı birbirine karışmış birine. benim de götüm yemez açıkçası.

sonuç ne oldu?

bazen, iş çıkışı o mekanın önünden geçiyorum. üzgünüm andaç, sarıyı o hıyardan sonra rastalı bir tip kapmış. duyduğum kadarıyla dövmeciymiş. e normal değil mi? ensesini dövdürür, ardını dövdürür.

peki sevgili okuyucularım, sorum size,

takla atmaya değer mi?



cevabım da size, "değmez."


neden bunu yazdım belirteyim,
çoğunuz (belki hepiniz) hangi yaş diliminde olursanız olun, dişi garsonlu mekanları tercih ediyorsunuz. dişiliğini kullanarak "ÇALIŞTIĞINI" söyleyen ama dişi olmasından başka hiç bir numarası olmayan insanları masanızda görmek için binlerce takla atıyorsunuz. sırf "dişi" olduğu için insanları işe alan "PEZEVENK" mantığına sahip işletmecilerle "PAVYON" kültüründen, ve sırf dişi olduğu için kendilerine gösterilen ilgiyi bir bok zanneden, "dişi" olduğu için işe alındığını es geçip "çalışıyorum" diyen, mantık olarak "MEKAN OROSPULUĞU" dışında bir iş yapmayan dişi garsonlardan bahsetmek istedim.

neyse ki biz efendi adamlarız. efendiyiz evet.

kalkıp "haha karılara akmaya kalkmışlar da yapamamışlar" diyen insanları, sahneye davet ediyorum.



enseniz kadar kalın olabilirseniz buyrun.

sadece dişiliğini kullanarak içki sattırmak ile orospuluk arasındaki farkı bana açıklayın.
orospuluk nedir hele, onu bir söyleyin önce.


emekçilik midir? belki.
ekmekçilik midir? evet.


hepinize iyi ekmekler dilerim.



sevgilerimle,


Erhan Kabakçı, 1964 - Podoso

10 Kasım 2010 Çarşamba

Emekçilik ve Ekmekçilik




Hepinize merhaba sevgili okurlarım. pek sık yazmıyorum biliyorsunuz. aslında çoğu zaman "ulan ne biçim olaydı, blog a atıversem bunları süper olur" dediğim mevzular yaşıyorum ama, dünyanın en üşengeç ve "ulan kim uğraşacak şimdi, siktir et" cümlesini kuran insanı olduğum için bunlar genelde dıravlara yelken açıyor.

Bir çoğunuzun bildiği gibi, uzun bir aradan sonra yine eli ekmek tutan, eve dönerken bir kilo mandalina alan, "sikerim ya ben böyle işi ay sonunda veririm istifayı" cümlesini her ayın ortasında kuran, kısacası "çalışan" bir insanım. ortamlardan epey uzak kalmak, sosyal çehremin bir anda değişmesi, kendime ayıracak zamanın sadece üç saat olması gibi birbirinden büyük sorunlarla cebelleşmek bir yana, yoğun tempoya bir anda ayak uydurmaya çalışırken bir takım hastalıklar geçirmek de eklenti oldu. yeni mekan açmak sahiden fazla zor bir işmiş sevgili okurlar.

Yeni iş yerim gayet kallavi bir yer. müzik direktörü olacağım diye sevinçle atladım teklife. sahiden bazı zamanlar gerizekalı gibi hareket ettiğimi farkedemiyorum malesef. ülkemizde "müzik direktörlüğü" denen şeyin, sadece "karışık yabancı" cd sini koyup, garson kısmının "kanka bizi koparsana" cümlesiyle günde 38 defa karşılaşmak olarak bilindiğini, bu şekilde yaşayarak tecrübe etmiş olmak gerçekten içler acısı.

emin olun arkadaşlar, herkes müzik denen şeyi sizden daha iyi biliyor. sizin bir şey bilmenize gerek yok. zira ülkemizde herkes, her şeyi o kadar iyi biliyor ki, bence kimsenin çalışmaması gerekiyor. garson zekeriya eminim çok daha iyi bir müzik direktörü olabilirdi. her neyse. kesin düz bir insan çıkıp "abi her sektörde böyle ya bu, normal yani" diyebilir. işte o düz insanı seviyorum ben(merhaba zeynep).

bu kadar isyankar gibi, emekçi gibi, bir mayısta biber gazı yemek için yalvarırmış gibi bir takım laflar ettikten sonra, son 1 haftamla alakalı bir kaç mevzu anlatmak istiyorum sevgili gönül dostlarım.

- Ulaş ın doğum günü

işe başladığımın 4. gününe denk geliyordu sanırım. hafta içi bir akşam, işten çıkar çıkmaz ulaşın yanına gidecektim. zira doğumgünü vardı hergelenin. ki oradaki tayfanın da %70 inin tanıdık olması sebebiyle, içim rahatladı biraz. günün yorgunluğunu atabilirdim, az biraz içip evime dönüp iş yerim için hazırlamam gereken bazı işleri hazırlayabilirdim. biraz hıyar olduğum için, evde de çalışmaya devam edecektim ya. hey yavrum. neyse iş çıkışı sevgili Ulaş Şahin i aradım ve nerede olduklarını sordum. emin olun aldığım cevap, üzerimden kırk katır geçmesinden bile daha kötüydü.

- ulaş neredesin abi?
-- abi HAYDAR ROCK BAR dayız!.
- ... (niyuuuv niyuuuuuv niyuuuuuv)

tabi ki doğum günü olan bir arkadaşımı kıracak değildim. ROCK BAR olsa bile, hatta ismi HAYDAR bile olsa, o mekana gidecektim. tabi ki üzerimde toplamayı tasarladığım enerjinin yarısından çoğunu haydar ı duyunca yokettim istemeden. zaten günün yorgunluğu ve sırtımdaki 12 kiloluk yük de beni iyice ezer hale gelmişti. nelerle karşılaşabileceğim konusunda bir takım tahminler yürütmeye başlarken, kendimi barın önünde buldum.

HAYDAR ROCK BAR!

içeri girer girmez, "noluyor lan, hafta içi bu ne kalabalık?" diye sordum epey kendime. sanırım hepsi ulaş ın doğumgünü için gelmiş olamazlardı. neyse ulaş ı gördüm ve o kalabalık arasından, diğer arkadaşların masasına doğru yürürken, gider katsayısı epey yüksek 4-5 bayan arkadaş dikkatimi çekti. belki gecenin ilerleyen saatlerinde bir takım iskeleler kurarım da ee öö şeklinde düşüncelere 2 saniyelik de olsa kapılıp, masaya geçtim. bizimkiler tabi erkenden başlamışlardı ve kafaları maaşallah zurna gibiydi. kendimi en kötü hissettiğim anlardan biriydi. düşünsenize, Haydar isimli bir rock bardasınız, etraf çok kalabalık, her tarafta 18-22 arası gençler var, dünyanın en sikik şarkıları eşliğinde kafayı yiyenler, delirenler, ağlayanlar ve elemanıyla kavga edip onu kovan bir bar sahibi var. inanılmaz bir kaos havası hakimdi içeriye. bizim çocukların burayı neden tercih ettiğini sonradan anladım ama. 50lik bira 2,5 tl, votka da 4 tl mi neydi. klastı yani fiyatlar.

Fiyatların klaslığı malesef, ortamın basıklığı ve o kadar ara insanın doluşması faktörünü aşamadı. "çıkalım" denildi. tabi ki "nereye gidelim" sorusu kafalarda yüksek yer tutuyordu ve öneri üstüne öneri yağıyordu. ama bildiğiniz üzere bu tarz önerilerin sonunda hep en ARA olanı seçilir. bu ara seçimden sonra "ritim roof" isimli (daha adını duyunca, kesin süper süper ara bir yerdir demiştim zaten) o şey yere doğru yola çıktık.


RİTİM ROOF

Daha içeri girer girmez, "of, benim burada ne işim var lan?" sorusunu hemen yapıştırdım kendime. sevgili ulaş ın hatrı vardı gerçi ama, o da zırdöndü olmuştu epey. ben ise 70 cl lik sirkeyi fondip yapmışçasına ekşi bir suratla izliyordum ortalığı. inanılmaz saçma dans eden, tahminimce 18-23 arası gençler ve köy motiflerini hala üzerinden atamamış figürler görüyordum. insanlığımdan, sakalımdan, şapkamdan ve o sırada üzerimde, içimde, dışımda ne varsa her şeyimden utandım bir yirmi dakika kadar. ha ama sürekli "ya bak ben dansa gitmek istiyorum tamam mı!!!" diye kafanızı şişiren sevgilinizden kurtulmak istiyorsanız, buraya getirebilirsiniz. (bir çift dikkatimi çekmişti, kız yılan yutmuş gibi dans ediyor, eleman genelde oturuyordu. sonra yabancı (alaman, gavur) bir eleman geldi işte kıza iskele kurdu. sonra ufak bir mevzu olur gibi oldu, kız "ben dans etmek istiyorum" dedi, erkek de iyi ne bok yersen ye" diyerek gitti. üzülmedim çocuk için. hayatın ve kadınların aralığını anlaması gerekiyordu. tabi zor olabilir. ki zaten sürekli dans dans diye tutturan kadınla ne işi olabilir bir insanın, onu bilemem. sanki çamaşır asarken tango yapıyor anasını satayım)

Ulaş arkadaşımın, beni kıvama getirme çabaları çerçevesinde votka enerji leri lüp lüp lüplettikten sonra, o yorgun, bezgin, gri kıvamım yavaş yavaş çözülmeye, içimdeki ORTAM KOBRASI dışarı çıkmaya başlamıştı. bundan tam olarak emin olmaya başladığım an ise, daha 30 dk öncesinde "gider katsayısı" gözetmeksizin, ortamdaki kadınlarla alakalı "üf bunların hepsi ara, şuna bak köylü, bin şeyim olsa birini vermem buna, o taytı babama giydirsem senden daha seksi olur vs. vs." düşüncelerle dönen kafam bir anda, gideri bence az ama mekan ortalamasına göre averaj üstü olan bir kaç tane seçebildi.

Ancak bu "giderli" kız seçme işi sonrası, ben kendimi bir anda o çalınan süper ara müziklere ve YILAN DANSI na kaptırdığım için işler biraz değişti. hoş bir iki kanca geldi de, hava henüz o kadar soğuk değil bu kiloda kadınlar için. sonrasında bizim acar alaman(demin bahsetmiştim, gavur) bu sefer bizim tayfadaki kızlardan birine kanca yapmaya kalktı da(böyle özgüveni olan adamlar yüzünden ankARA nın suları kesik kaldı kaç ay), minik bir şamarla ortama dirlik ve düzen getirildi. ortamda gideri averaj üstü olan bir kaç kadın vardı evet, ama oradaki alaman kalabalığa kaynaşıp o gece hardallı yemek istediklerini açık belli eder haldelerdi. özellikle "tudey ay vaz yu no" kıvamında davranışları bana 1,5/2 sene hazırlık okuyup, sonra hocasıyla "akademik kariyer" yapan birilerini anımsattı. iyice tiksindim.

neyse, artık çıkış vakti gelmişti. sabaha doğruydu saatler ve hala eve gidince yapacağım işler vardı. hadi birer bira içelim gazıyla yola çıkacakken, alman kalabalık indi ve bana "bu saatte nereden bira bulabiliriz" diye sordu. onları TARLABAŞI tarafına yönlendirdim. umarım heyecanlı bir gece onları bekliyordur. arkalarından gizlice takip eden köylü kızlar da bu sırada "ya takip edelim çok tatlılar" diyorlardı ama, yanlarından geçerken, onları tarlabaşına gönderdiğimi, isterlerse oradaki eğlenceye katılmalarını ve ikisinin de çok ara olduğunu söyleyip arkadaşların yanına döndüm.

tabi ki 6 otobüsüne yetişeyim derdiyle bira mira alıp içme olaylarımız yalan oldu. canhıraş otobüse binip gülşen i aradım. "ne bok yiycem ya ben şimdi" diye hayıflanırken, beni biraz rahatlattı sağolsun. eve varıp hızlıca işlerin bir kısmını hallettim. uyanınca da geri kalanını bitirip, iş yerime doğru yol aldım.

bu bir hafta içinde yaşadığım tek mesele bu değil, diğerini de yarın falan yazarım artık cinolar. ama her yazımda olduğu gibi, bunu da bir takım tavsiyelerle bitireceğim:

- eğer gençten hatun kaldırıp, günlük ekmek yemek istiyorsanız HAYDAR ROCK BAR iyi bir seçim olabilir. böylece hem tahammül gücünüzü ölçersiniz. hem de oradan kaldırdığınız hatunun da diğer hatunlardan pek bir farkı olmadığını görünce, rakı içince dertlenmezsiniz. Yahya Kemal Beyatlı nın da dediği gibi: "karı her yerde karı. içse de karı, içmese de karı. her birinin derdi ayrı. allah belalarını versin "

- ritim roof a gitmeyin. karı yok. gideri olan karı sayısı mega az. zaten müzikler de süper tırtk.
üni 2. sınıf üstü bir insana hitap edebileceğini sanmıyorum. sürekli dans etmek isteyen ruh hastası bir sevgiliniz varsa eğer, onu oraya bırakın ve arkanızı dönüp çıkın. keşke daha evvelden keşfetseymişim bu yeri diye hayıflanmadım değil tabi de, orası ayrı mesele. onu "yılan yutmuş gibi dansetmeye meraklı kadınlar" başlıklı yazımda inceleyeceğim.

- ilyas salman ın da dediği gibi "bugünün işini yarına bırakmayın" yoğun alkollü ve 4 saatlik uykuyla geçen bir gece sonrası çalışmak zor oluyor.

- işe mişe girmeyin, pank olun, pank yaşayın.


.......................


sevgilerimle,


Erhan Kabakçı, 1988 - Sudan

8 Ekim 2010 Cuma

"Altın Semer"in Gereksizlği.


Hepinize bagaj dolusu merhaba sevgili okurlar. Yazmayı aksattığımı düşünüyor olabilirsiniz. Ancak bu işin belirli bir ölçüsünü tutturamadığımdan olsa gerek, ancak kafama estikçe yazmaktayım, yaşadığım gibi; kafama estikçe.

Uzak kaldık, özlemiş olabilirsiniz şaşırmam. Ama ben tabi ki bu uzak kaldığımız süreyi, yine bir takım saçma sapan(belki bazıları daha az saçmaydı), bir takım süper gereksiz, bir takım da "belki gerekebilir" şeklinde derecelendirebildiğim gözlemler yapmakla geçirdim. E az çok tanıdığınız üzere beni, gözlemlerim genelde kadın kısmı ve malesef (istemeyerek) çevrelerindeki dallama kümelerini kapsadı. Anlatabileceğim çok fazla şey olmasına rağmen, son dönemde dikkatimi en çok çeken şey, "altın semer" de vurulsa, hiç bir şekilde doğaları değişmeyecek olan hanım kızlarımız..

Üzerinde çok fazla düşünmeye gerek olmayan bir gerçek var ki, kadın kısmının "sonradan görme"liğe doğaları gereği inanılmaz düşkünlüğü. Kimilerimiz bunu "kadınlarda güce tapma", "kadınlarda aidiyet isteği", "kadınların zencileri cazip bulması" vs. şeklinde çevirebilir. "Sonradan görmelik" olarak nitelendirdiğim şey, sandığınız gibi SADECE "köyden gelip şehirde delirmek" DEĞİLDİR. eve bunu kapsar, ama tamamen bu değildir. Kadınların doğasında olan ve hepinizin bildiği şey, "sadakat" denen şeyin sadece, "daha büyüğü" görene kadar olduğudur. Birçoğunuz için bunu kabul etmek zordur evet, ama bu gerçektir. Kadınlarda sadakat, "sonradan bir şey görünce" bozulur. "Sonradan görme" derken demeye çalıştığım şey de budur. Yanlış anlaşılmasın.

Bir çoğunuz vardır, çeşitli ilişkilerde semeri elinden kaçıran. Normaldir, zira kadınları kontrol etmek, belli bir noktadan sonra vahşi bozkır atlarını kontrol etmekten daha zordur. Dizginlere iki elinizle asılmadığınız sürece düşmeniz an meselesidir. Ayrıca düşerseniz, bir yerleriniz de kırılabilir. Şunu unutmayın ki, kadınlarla atların farklarından biri, üstünden düştüğünüz ata, bir yeriniz kırılsa bile yeniden binme olasılığınız vardır. ama kırıldıysanız bir daha o kadına binemezsiniz.

Evcilleştirmeye çalıştığınız kadınlar olmuştur elbet. Tabi ki burada, evcilleştiğine inanmak gibi astronomik bir hata yapmış olma ihtimaliniz de oldukça yüksek (evet hepimiz yapabiliyoruz bu hatayı). Ehlileştirdiğinizi, uysallaştırdığınızı sandığınız kadın, arpası yüksek gelince şahlanabilir ve siz bunu "arpa suyu tüketimi"ne bağlayabilirsiniz. ama günden güne bu şahlanmaların miktarı ve dozajı arttığında, "neler oluyor?" diye düşündüğünüz an iş işten geçmiştir. Kadınınız, yavaş yavaş çiftliğinizin dışına kaçmak ve "adana yarışları"nda derece yapmak istiyor olabilir. bunun farkına vardığınız zaman, "çok geç" olmuştur. zaten kadınlarla alakalı bir çok şeyi anladığımızda vakit hep "çok geç" olmuyor muydu? oluyordu evet.

1300 lü yıllardaki Türkmenler gibi ata binmek, at sırtında savaşmak günümüzde ne kadar imkansızsa, malesef kadınların da bu devamsızlık durumlarını aşmaları imkansız. onları oldukları gibi kabul etmek gerekmekte. demin atlar ile kadınlardaki farklardan birini sunmuştum. bir fark daha sunabilirim şimdi. atlar bineklerine sadıktır, kadınlar kendilerine bile sadık değildir. Bu onların hatası değildir, doğaları budur. Nasıl biz erkekler, gözlerimiz fıldır fıldır "uff vaş ne seksüel obje" diye ağzımız açık geziyorsak, kadınların da böyle olayları var yani. çok düşünmeye gerek yok. Ne kadar mahmuzlayabiliyorsanız, gittiği yere kadar.

Daha önce de bir şekilde belirttiğim gibi, kadın kısmı daima yeni binici arar, atların aksine. Atlar, sahiplerine sadıklardır. Bütün bir gün koşum sonunda elden yedirilen bir adet küp şeker ata yetebilir. Ama kadınlar asla şekerle yetinmezler. bu da önemli bir farktır. Bir atın alnını sevdiğinizde, başını ufaktan oynatarak, ya da kafasını kendisi uzatıp elinize sürterek size karşılık verebilir ve bunu devamlı yapabilir. Bir kadın, sadece sizden alabileceği şeyler varken bunu yapabilir. Şeker de yetmez bir gün, bal da, kaymak da, kfc bucket da. (atlar asla kfc bucket yemez. ne güzel değil mi? hepsi sizin:))

"Altın semer" diye girdik konuya arkadaşlar evet. hala merak ediyorsunuzdur sanırım, ne zaman gelecek bu olay diye. kısa geçeceğim ve bitireceğim,

At, eşek, kadın. bunlara altın semer de taksanız, at attır, eşek eşektir, kadın da kadındır. At her türlü semeri takar, ona komaz. Eşek de rahatsız olmaz. eşekliğinden işte, bilmez semerin değerini.

Ama kadına altın semer takarsanız,

kadın kadındır evet. altın semer onu değiştirmez. ama o semeri değiştirmek ister. elmaslısını ister, şöylesini ister, böylesini ister. ister de ister.

ve hiç bir semer kalıcı değildir.

demin de söyledim,

kadına altın semer de vursan, kadın kadındır.
ve altın semer bile bir zaman sonra, daha başka bir semerle yer değiştirir. binenden, binene.

..................................................



o yüzden sözüm şudur ki arkadaşlar, bu kadın kısmının hiçbirine altın semer takmayın. gidin o parayla rakı için, atari salonuna gidin, dürüm yiyin. ya da kenara atın, her ay üç beş üstüne biraz ekleyip Mozilla nın yeni çıkartacağı telefonu alın. Tavsiye ederim.



kırbaçlarımla,


Erhan Kabakçı, 1886 - Kansas

18 Eylül 2010 Cumartesi

Entellikler Dünyasından Geliyorum.




Hepinize bol selamlar sevgili okurlarım. Tornadolarla, boralarla, fırtınalarla dolu bir haftayı geride bıraktım. Zaten bu güzel cumartesi gününde "ne işi var bu herifin evde?" diye düşünen arkadaşlar olacaktır, sebebini belirttim. Evet bir ton panklığa, itliğe bulaştığım bu güzel hafta içinde, kendimden hiç beklenmeyecek entellikler de yapmadım değil. Yıllardır entellikler, duyarlılıklar dünyasından ileri derecede uzak duran ben, bu hafta içinde 2 (iki) entel gün geçirdim. İki size küçük bir sayı gibi gelebilir. Ancak emin olun ki, benim gibi "kahve tepsisi" düzlüğünde bir adam için oldukça büyük. çok büyük, en büyük.

İtlikle, panklıkla uğraştığım günler hakkında çok fazla bir şey söylemek istemiyorum açıkçası. Zaten beni bilen arkadaşlar, "genel" konseptimin dışına çıkmadığımı, gayet "kendim gibi" hareket ettiğimi biliyorlardır. O yüzden bu konuyu geçiyorum ve sadede geliyorum:



1- Entellikte birinci gün: Machete

Şimdi arkadaşlar biliyorsunuz ki, tam beş senedir sinemaya gitmeyen, sinemaya verilen parayı kerizlik olarak gören, "abi ne gidicem, o paraya 4 skol alırım mis gibi içerim. hem torrente düşer, indiririm izlerim işte ne yani. hayret bir şey ya!" düşüncesinde olan biriyim. Yani normalde kalkıp sinemaya gidip, o karanlıkta, duvarlar üstüme gele gele film seyretmeyi sevmiyorum. Ha yanımda hoş bir bayan olsa, bilet parasını da o öderse, içeride de türlü aksiyonlar yaşama garantisi verirse neden olmasın diycem de, sinemaya vereceği parayla otursak bir yerde içsek daha iyi olur kanımca. Her neyse.

Sinemaya gitmek başlı başına bir entellik bence. Filme girmeden önce yanındaki arkadaşlarına "oo abi Tarantino hastasıyım ben, süper adam, Kill Bill de ne kan vardı vs. vs." diye öten (çoğunluğu ekşi sözlük yazarı, eminim) dallamaları görmek beni çok uyuz eden bir olay öncelikle. Kulaktan dolma hareket eden yurdum dallamalarını genelde bu filmlerin oynadığı sinema salonlarında, filmlerden önce bu geyikleri yaparken bol bol görürsünüz. Aynı şekilde filmden çıkınca da "abi mega filmdi, harika filmdi. şu karı çok güzel oynadı (memeleri görünen bayan oyuncuyu kast ediyor tabi ki.) işte kana şiddete doyduk ehe ehe" şekli cümleler kurar bu dallamalar. oldum olası uyuz olmuşumdur. Özellikle bunların arasında ekşi sözlük yazarları varsa, sözlüğe girer girmez film hakkında "bence abartılmış vahşet vardı. ama işte x oyuncuyu yıllar sonra yeniden görmek güzeldi. fakat ben çok beğenmedim. kanın ve şiddetin abartılması artık pek de matah bir şey değil" vs. şeklinde entryler girerek, klasik "sözlükçü duyarlılığı"nı gösterirler. Kılım arkadaşım, KIL.

Ben de çarşamba günü, iki sevgili dostum ile hadi bir sinema yapayım, değişiklik oljur. Hem daha önce gitmediğim bir alışveriş merkezinde DOLAŞMA fırsatım da olacaktı (Bundan sonra boş günlerimde alışveriş merkezlerinde dolaşacağım, nefis bir aktivite.). Hangi filme gidelim edelim derken, sağda solda hakkında mega yorumlar okuduğum, hastası olduğum kara kuzu Michelle Rodriguez, büyük ustam Steven Seagal ve aslında Mardinli olduğunu düşündüğüm Danny Trejo gibi mega oyunculara sahip, Lindsay Lohan ın memelerinin görüktüğünü duyduğum, bol dövüşlü, vurdulu kırdılı bir film olan Machete ye gitmeye karar verdik.

Tabi ki bir B Film. Bakın B Film diyorum. Bu da benim az da olsa entellik kaptığımı gösteriyor. Her neyse, film megaydı. bol kanlı, dövüşlü, motorsikletle uçarken minigun ateşlemeli falan, dehşet bir filmdi. Çok da kadın kısmına yönelik bir film değildi yani. Romantikli çok bir olay yoktu, sonunda Machete nin Jessica Alba yı motorla lüleden yemeye götürme sahnesi dışında. Zaten motor çalıştı, film de bitti yani. Filmin konusu da işte klasik, Esas oğlanın karısını kızını kesiyorlar, bu da intikam için şınav çekiyor, mekik çekiyor falan. Sonra da bir kaç belaya bulaşıp tekrar eski belalısıyla karşılaşıyor, karnına kılıcı sokup öldürüyor. tabi bu arada bir takım bayanları lüleden yemeler, Lindsay Lohan ın memeleri, işte diğer hemşerileri toplamalar falan var. Bir de Robert De Niro var işte. Ama öyle çok da artist artist rol kesemiyor. Ninja Kaplumbağalar daki Beyin (Krang) e benzemiş iyice yaşlanmaktan zaten. Kadayıf olmuş gitmiş. Michelle Rodriguez her zaman ki gibi mega güzel. Hani imkanım olsa gidip açılıcam kendisine, konuşucam birer birer. Ama bu daha sonra ki bir yazımda inceleyeceğim bir mevzu. Neyse dediğim gibi işte, gidilen film Machete de olsa, sinemaya gitmek bir entelliktir nazarımda. Zira ben de filmden çıkınca paso "mega filmdi, şöyle filmdi diye öttüm iki saat. sonra da zaten direk panklıklar yapmak için kadıköy barlar sokağının yolunu tuttum. Bu entellikten çıkmamı sağlayan arkadaşım Tuğçe Türksoy a teşekkürü bir borç bilirim.



2- Entellikte ikinci gün: Inception

Beş senedir sinemaya gitmeyen bünyem, Machete ile bir defa entellik tohumu almıştı. Gerçi gerek tuvçe, gerek diğer bir sürü arkadaşımla icra ettiğimiz türlü panklıklar sayesinde bünyem bir nebze olsun kendine gelmişti. Yine eskisi gibi sokaklarda içiyor, işiyor, türlü türlü kızlara bakıp "of abi bununla varya acayip ciddi düşünürüm vs." tarzı geyikler yapıyor, Kadıköy ün en süper insanı olan ÇEÇE ile çeşitli muhabbetlere giriyordum yine. Evet üzerimdeki entellik azalıyordu ve bundan memnundum. Ta ki tuvçe gidene kadar. Evet kendisi gitti ve bütün haftanın davarsal yorgunluğunu hissediyordum üzerimde. Güzel, güneşli bir cumartesi gününü evde 2.80 yatıp dinlenerek geçirmeye karar vermiştim. Ta ki valide arayıp "oğlum gel, kuzenlerinle yemekteyiz caddede." diye bir cümle kurana kadar. Beleş yemek ve beleş alkolun, daha düşünürken sarhoş eden etkisiyle kalkıp caddenin yolunu tuttum, başıma geleceklerden habersiz olarak.

Polonez in yemeklerini seviyorum. Tabi genelde hesabı benden başka ödeyecek insanlarla gittiğim içindir. Yoksa kızla falan giderseniz aman diyim, yedikleri o dandirik salatalara dünyanın parasını vermek sizin için pek hoş bir deneyim olmayacaktır. Genel olarak fiyatları kazık, belirteyim hemen. Valide ve kuzenlerle olan yemeklerin rutin geyikleri (küçükken çok tatlıydı erhan, ah bak okuma bayramında da sunuculuk yapmıştı, sünnet olurken masadan kaçtı da vs. vs.) yapıldıktan sonra ödenen hesabın ardından (ben ödemedim), "e haydi ne yapalım" sorusu geldi. Benim aklımda tabi ki sahile inip içme fikri vardı, fakat ailesel olarak bu durumun mümkün olabilme ihtimali düşük olduğu için, tabi ki barlar sokağında bir yerlere gitme fikrini sundum ortaya. Yani içişe devam etmek istiyordum normal olarak. Bu fikrim kabul görür gibi olacaktı tam ki "yaa sinemaya gidelim mi? Inception diye bir film varmış, çok güzelmiş." cümlesini ters köşeden yiyinceye kadar. Çıldırdı bedenim, ruhum daraldı. Ters düz oldu her şeyim, içim karardı. Bir şeyler aklımı başımdan aldı. Bir anda dünyayı yıkasım geldi.*

O cümleden sonra gerçekten başıma geleceklerden korkmaya başladım. Daha yeni yaşadığım entellik travmasının kırıntılarını içimden yavaş yavaş atıyorken bu reva mıydı bana? Zaten Leonardo DiCaprio isimli dallamayı da zerre sevmem. Malesef barlar sokağında beleş içki keyfine devam etme planım suya düştü. Tuttuk CKM nin yolunu.

CKM güzel yer arkadaşlar harbiden. Adamlar iyi tesis yapmışlar. Hani sinema için olmasa bile, arada kızla iki tur dolaşmak için bile gelinir. Ama içeride fiyatlar biraz pahalı olabilir dikkat edin. Ha ama yürüyen merdivenleri falan şahane, yani kızla gelinir(ben listeme ekledim şahsen). Bilet almak için beklerken kuzenimin, eşine, şu 1 tl atıp joystick ile oyuncak çekme makinalarından 3 defa babayı alışına şahit oldum. Üzüldüm tabi ailemdeki bazı insanların böyle ara işler yapmalarına ama sorun değil, ne de olsa sinema beleşe geldi. Gerçi 4 kişiye 60 lira harcamak da ne bileyim. Şimdi ailemden insanlar oldukları için ben diyecek bir şey bulamıyorum, neyse siz anlarsınız artık.

Yine de sinemayı beleşe getirerek, bilet sırasındayken klasik "kaynak yapmayalım, vatandaşı mağdur etmeyelim!" tarzı çıkışlarımla, üzerime gitgide yaklaşmakta olan entellik lanetini bir nebze olsa da azalttım. Sonra salona girdik bir şekilde.

Arkadaşlar CKM nin salonları güzelmiş epey. en arka sırada birleşik "çiftli" koltuklar var. Yani (tabi ki parasını kız verecekse) kızla gelinir. Arada kol koyma aparatı olmadığı için, elleme kollama şansı daha yüksek olacaktır, tavsiye ediyorum. Neyse efendim film başladı işte sonunda.

Filmin konusu acayip. Zaten baya bir kişi anlatıp anlatıp duruyordu. İşte adam var böyle, rüyalardan rüyalara giriyor boyu devrilesice. İşte milletin aklını fikrini çalıyor. Sonra aklını almaya çalıştığı adamlardan biri bunun aklını alıyor, "işimi yapmazsan seni ihbar ederim vs." diye ötüyor. Leonardo da kabul ediyor. Ekip kuruyorlar işte. Bir de küçük bir kız alıyorlar gruba, Paris Moliere Üniversitesi Mimarlık Fakültesinden. Neyse işte bu kız da süper mimar falan, rüyaların içine evler, okullar, üstgeçitler falan yapıyor Ankara Büyükşehir Belediyesi gibi.

Ekibin görevi, zengin bir elemanın aklını almak, mirası almaktan vazgeçirmek. Çünkü japon eleman var bir tane, bu zengin elemanın dünyayı ele geçireceğini falan sanıyor, tırsıyor epey kendi hisseleri borsada kayalara gelmesin diye. Ha bir de Leonardo nun paso rüyasına giren bir karısı var rahmetli. Biraz da delirmiş tabi Leonardo ile haplanıp haplanıp rüya görmekten
, atmış kendini camdan yazık. E Leonardo da unutamıyor tabi, her içine daldığı rüyada kafayı yiyor garibim.

Türlü türlü rüyalar görüyor işte ekip, yok rüya içinde rüya, yok tabancalı tüfekli rüyalar. Güzel olay aslında. Ben de severim öyle aksiyonlu rüyaları. Gerçi aralarında sadece tek kız olan, sap dolu ekip hiç mi rüyasında iki meme, iki popo görmez diye düşünmedim değil. Kamyon deviren de olmadı hiç, hoş tren deviren, minibüs deviren oldu o ayrı. Hatta bir ara ekipçe minibüs devirdiler de, etkisi nasıl oluyor bilemedim tabi.

Neyse işte bu Leonardo nun da bir topacı var çevirip çevirip duruyor. Neymiş efendim rüyadaysa dönermiş, değilse devrilirmiş. Kardeşim yani bir topaca bağlandıysa her şey, işiniz zor. Zaten rüyasında paso karısını görüp görüp kafayı yiyen birinin de ekip başkanlığı yapması epey saçma bir olay. Sonracıma işte bir ton rüyaya giriyorlar bunlar üstüste. Japon vuruluyor ama ölmüyor hemen. Uludağ gibi bir yere gittiklerinde ölüyor japon. Gerçi bunlar tineri baliyi koklayıp rüyaya girdikleri için, rüyada ölünce kalkamıyorlar da hemen, yanıyor malum beyinleri.
Leonardo da önce karısıyla ayarlaştıktan sonra, japonu kurtarmaya gidiyor rüyalar aleminden. Ama bakıyor japon kadayıf olmuş, topaçla mopaçla yapıyor bir şeyler. Sonracıma uçakta uyanıyor elemanlar. Leonardo da babasıgilin evine gidiyor çocuklarını falan görmek için. İşte topacı mopacı çeviriyor, topaç düşmeden bitiyor film. Yani diyeceğim şu, kafayı karıştırmış ama ben anladım tabi mevzuyu. Olay topaçta falan değil. Mesaj atın, anlatırım. Şimdi anlatıp hevesinizi kaçırmayayım. Gerçi çok da gidilesi bir filim değil. Beleş olmasa gitmezdim.

...........................


Bu kadar entellikle içli dışlı bir ortamdan sonra, skolları alıp eve gelmek, pc başına oturup bu blog u yazmak bana muhteşem haz verdi diyebilirim. tabi üzerimdeki entel havanın da bir nebze azalmasına sebep oldu, ama tam değil. Neyse ki önümde koca bir gece ve dinlenecek muhteşem Selahattin Özdemir şarkıları var. Ayrıca Etkin in son albümü de şahane olmuş, tavsiye ederim arkadaşlar. Hepinize iyi günler.

Sevgilerimle,

Erhan Kabakci - 1948, Fransız Guyanası






*Azer Bülbül - "Korkularım" şarkısının nakaratıdır.

15 Eylül 2010 Çarşamba

"Sıkıntı var!"





Biraz konsept dışına çıkacağımı girer girmez belirtmem de sanırım eski okurlarım için çok büyük şok etkisi yaratmayacaktır. malum artık bek fazla "eski okur" sahibi olduğumu sanmıyorum. zira, bildiğiniz üzere ben de az çok ekmeğine bakan insanım. çok sık yazdığım söylenemez. tabi ki hayatımı yettiğince skol ile devam ettiren ve Andaç Esgel gibi sürekli adam dolu ortamlardan ziyade, muhteşeem asosyal yaşadığımdan dolayı, illa ki yazacak bir şeyler birikmiştir kafamda diye daldırayım dedim az biraz.

Kadın kısmı ile ilişkilerimin az çok nasıl olduğunu zaten biliyorsunuz. Yani öyle yeni bir şey anlatmayacağım. aslında biraz da dert yanmak amacım. Ya şimdi onu incele bunu inceler, bunu çöz, onu çöz derken, bir anda kendimi kadın kısmından tiksinmiş, düşüncelerimi bir şekilde otomatiğe almış buldum. hani tamam konuşuyorum ben "şu böyledir, bu böyledir" diye de, yanıltan da pek bir şey olmuyor. aslında nedeni de belli olmasına rağmen, hala merak ediyorum kadın kısmının "açık söz" e karşı direncini çabasını.

Kadınların kafasındaki gider katsayısının dengeleyicileri aslında gayet bellidir. hani çoğunuz bir kadını tavlamak için bir çok dil döküp, kısa süreli kafeslemeyi başaran azınlıktan olabilirsiniz. ya da kadınlar için "gider" i olan insanlar arasında olur, sıçmadan, batırmadan götürebilirsiniz. Ama dediğim gibi. bu örnekler şekilden şekle gidebilir. bugün konuşmak için takla attığınız karı, hiç beklemediğiniz, fakat giderli bulduğu bir adamla "temel içgüdü yü aşarız biz canım" tarzı muhabbetler edebilir. bunlar gayet normal. "noldu abi manita rip off mu yaptı ehehehe" diyen arkadaşlar da çıkacaktır elbet. son zamanlarda pek öyle bir durum yok da, eskiden tabi benzer şeyler yaşadık yani, normal karşılıyorum.

Tabi ki erkek milleti olarak, kadınlara hak ettiklerinden çok daha fazla değer veriyoruz. doğamızda var. hani kadınlar eşitlik istiyorsa gerçekten, ikimizde de kerizlik var bir şekilde. yani o ortak noktayı bulabiliyorsak ne ala. ha tabi eski bir dostumun dediği gibi "kanka senden sonra ben yavşiyim mi?" cümlesini kuran insanlar da var. tabi ki onlarla eşitlik istemezsiniz o ayrı. ama bu tarz insanlar var, ve malesef aramızdalar.

Sosyallik artık benim epey vazcaydığım, sıkıldığım bir olay.bırakın insan görmeyi, karı-kız görmekten bile hoşlanmaz bir tip oldum. nedenini bilmiyorum. yoksa ben de kunil gibi "insanları sevmiyorum, bana uzaklar." falan tarzı bir cümle kurmayacağım. yok yani bildiğin acıyorum insan içine çıkınca harcanan paraya. yoksa ben de Fedon - Legamu Sagapo çalarken "veruna takuuna takuuna takuunaa" diye bağırmaktan çekinecek adam değilim, o tarz denyolukların da başını çekerim de, yok yani. hani iki bira içicem, bir kayısı çekirdeği kıracağım diye harcanan paraya yazık diye düşünüyorum.

Mantıklı olalım biraz. hani evet dişinize, düşünüze uygun bir kadını kafeslediğinizde başınıza gelecekleri hesaplayın. buluşmaya gittiğinizde mutlaka yanınıza uğrayacak "aaa çok iyi arkadaşımdır o benim, ben sarhoşken beni taşıdı" diye bahsedeceği tipleri, "ahaha naber lan" diye yanınıza çökebilecek dallamaları ve sadece onunla olan seks hayatınızı bile sizden önce düşünüp eli sıvazda bekleyen arkadaşlarınızı düşünün. "yok lan olmaz öyle" ddiğinizi duyar gibiyim, ama var arkadaşlar bunlar. hani gayet bilinen ve itiraf edilemeyen şeylerden sayalım bunları. eğer haklıysanız haklı bir şekilde kalın, olduğunuz yerde.

"Derdim para değil abi" diyen insan büyük yalancıdır gözümde. yani kalkıp bir yarım ekmek kokoreç ve bir 50 lik bira içtiği halde manita kısmının da hesabını ödeyen (toplam 75 tl), ayrıca bunu "bana komaz abi" diye karşılayan insan hem KERİZ dir, hem de bu kerizliği kendine bile itiraf edebildiği halde, dışarıya bir şekilde çaktırmamaya çalıştığı, kolpaya vurduğu için YALANCI dır. ben bu sayede bir şekilde kavgaya bağlayıp biten çok ilişki gördüm arkadaşlar, birbirimizi kandırmayalım.

Ha şimdi bana CİMRİ diyenler olacaktır. valla belki haklısınız da, sırf manitaya uyayım diye gittiğim kokoreççi + tekel de ödediğim 75 tl içime oturdu yani bir bakıma. hani hayatlarında görmedikleri şeyleri almaya kalkıp bana giydirmeleri ve benim orada artistmiş gibi, "tamam canım sorun değil" ayaklarına girmem içime oturdu. evet dostlar ben KERİZİM!. ama en azından yalancı değilim yani. yaptım bir kerizlik. illa ki çıkar bir şeyden, denge menge var işte umutluyum da hede hede.

Sonuç olarak 75 tl yi ben 3 güne yaysam, mis gibi içerim evimde. Dertsiz tasasız. açarım rakımı veririm Cengiz Kurtoğlu, Selahattin Özdemir vs. bünyeden aşağı, mis gibi olurum. Şimdi işte anlaşılamayan kadın milleti falan diyorum da, kadın milleti ve etraf faktörü diyorum da, esas koyan 75 lira lan.

ha değdi mi? yok be oğlum. vallahi değmedi.

o paraya dünyayı içerdim evde.



neyse, kira gibi düşünelim.
böyle de avunalım.

ama bir şekilde sıkıntı var.
var o var.
parasaurolophus gibi sorgucum çıkacak bir gün böyle kara kara düşünmekten.

Skol eşliğinde yazımı noktalarken, sizleri uyarmak istiyorum arkadaşlar, "sen istiyor duuj" demiyorsa bir kadın, emin olun 100 dolardan fazla etmez. (75 de etmez)

iyi günler, iyi avlar.


Erhan Kabakci, 1952 - Tunus

18 Mayıs 2010 Salı

Bahar Şenlikleri (Ekmek Fabrikası)



Merhaba değerli okurlarım. Aslında pek de yoğun olmayan, ama yine de dıravdan bir şekilde ''yoğun'' diyeceğim yaşantımdan ötürü blogu ihmal ediyorum da zizi vizi girişi yaparak, olağan ''düz''lüğümü hala muhafaza ettiğimi sizlere göstererek içinizi bir nebze de olsa rahatlatabildiysem ne mutlu bana. Bildiğiniz gibi, bahar aylarının verdiği coşkudan faydalanıp ekmek çıkartma girişiminde olan herkes gibi, ben de bir takım salvolar yaptım. Ama her zaman olduğu gibi en cins atlara oynadım yine. Bu atları nereden bulduğumu soracak olursanız, yazının başlığından verdim zaten ana fikri. Anladınız siz.

Şimdi efendim, bildiğiniz üzere, üniversitelerin bahar şenliklerine katılıp, birbirinden başarısız ve tırt grupları seyredecek yaşı çoktan geçtim. Gerçi gençken de o tarz aralıklar yapmazdım. Çünkü öyle yaparsam ŞEN-lik falan olamazdı benim için. Bahar şenliklerine katılmamızın sebebi bellidir arkadaşlar, birbirimizi kandırmayalım. Her iki cins için de nihai gerçek şu ki, hepimiz baharın gelişiyle halleniriz. biliyorsunuz.

Şimdi efendim bildiğiniz üzere, kadınlar yaradılışları gereği ara oldukları için, elbette ki Teoman, Feridun DÜZağaç, Yüksek Sadakat, Gripin vs. gibi ileri derece kenar grup/sanatçıların delisidirler. Ve yine bildiğiniz gibi, bu kadar tırt grubu/sanatçıyı bahar şenliklerinde görmek kadar da doğal bir şey yoktur. Hanım kızlarımız da tabi ki bu ara olayları kaçırmayacak ve şenliklere akın edecektir. Bize düşen de, o iğrenç müziğe tahammül edebildiğimiz kadar edip, av yollarında şeşitli salvolar yapmaktır.

Tabi ki o müziğe tahammül edebilmeniz için alkollü olmanızı öneririm. Bu sene katıldığım bazı şenliklerde alkol satışı yapılmaması nedeniyle, çareyi dışardan lkol sokmakta buldum. pet su şişelerinin içine votkaları doldurup, içeride meyve suyu vs. ile karıştırıp götürebilirsiniz. arabayla okula giriş yaparken koltukların altına zula yapabilirsiniz. seçenek çok. Emin olun alkolsüzken hiç de ŞEN geçmez. Ha eğer ara bir insansanız, alkolsüz bir biçimde o gudik müzikle eğlenebilirsiniz. evet böyle biriyseniz, okumayın daha fazla burayı. siktirin gidin bir zahmet.



Dışarıdan getirdiğiniz alkol, bir kısım bayanlarla iletişim kurmanızı sağlayabilir. Bir anda yanınıza ''yaa içkiyi nasıl soktunuz içeriii:(:(:('' diye gelen bir bayana(evet biraz kerizlik gibi olacak, ama kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez), içkinizden ikram edip ufaktan iskele kurma temelleri atabilirsiniz. Benim gibi cimrilikte çığır açmış bir insan bile yapıyor bunu, sizin de yapmanızda sakınca yok bence.

Çeşitli alkol paylaşımlarıyla büyüyen iskeleler sonrasında, günün en sakat noktası olan ''konser'' kısmı var. Evet o iğrenç müziğe tahammül edebilmek, alkollü halde bile çok çok zor. ''Pardon abla arkadan itiyolar ehe ehe'' geyiğinden bıkmayıp sağa sola dadanan apaçiler de cabası oluyor. Ama etrafınızdaki kızlardan birine dayandıklarında, sırf artistlik olsun diye, herifi evire çevire döverseniz, puan katabilirsiniz hanenize. Gerçi o kalabalıkta evire çevire dövmek de kolay olmaz, ayırırlar hemen. Neyse en azından kız bu korumacı kişiliğinizden etkilenir. etti mi sizin iskeleye bir tahta daha.

Ev ayarlayın! Mutlaka her ihtimale karşı boşta bir ev bulundurun. Eğer salvolarınız başarıya ulaşmışsa, bahar şenliklerinin en şen kısmı olan künefe aşamasına evde devam edebilirsiniz. Sihirli cümlemiz olan ''ya istersen bize gidelim, içeriz ederiz ya'' yı hep beraber tekrar ediyoruz şimdi.

Şenliklerde tanıştığınız diğer hatun kişilerle arayı soğutmayın. Biliyorsunuz ki bu işler sırayla. İletişimi kopartmayın.

Şimdilik bu kadar, yeniden bazı minik tüyolarla kapanış apmak istiyorum:


- TEOMAN konserlerinde inanılmaz hatun kalabalığı oluyor. özellikle bunu kovalayın. İsabetsiz dönmeniz çok düşük ihtimal.

- MarmARA üni. şenliklerine gitmenizi pek önermem.

- İtü den kimi bulursanız götürebilirsiniz. Gayet garantili ekmek festivali. Iskalamayın.

- İ.Ü de fena olmuyor. Ama dışarıdan alkol temin etmek için epey bir zahmete girmeniz gerekiyor. o yüzden tedarikli gelmenizi öneririm. Pet şişe veya araba yöntemi gayet geçerli.

- Yemeği dışarıda yiyin, içeride astronomik kazıklara gark olmayın.

- MarmARA festivalinde, limonata standındaki kızların müthişliğine aldanıp, votkanıza doldurmak için aldığınız limonatanın atsidiğine benzediğini görünce, siz de benim gibi kendinizi ''günün kerizi'' gibi hissetmek istemiyorsanız, o kızların müthişliğine aldanmayın. limonata almayın.

....

Hepinize iyi avlar,

Sevgilerimle.





Erhan Kabakçı - 1976, Fransız Guyanası