"xx.xx.2004"
Bahar erken gelmiş, erken bitmiş ve koskoca olacağına emin olduğum bir yaz başlamıştı. "Bu yaz da çalışmam aga ben, sırf makara kovalarım" moduna tee bahardan girmiştim. Diri bir genç olarak, yaz boyunca yapmam gerekenler, daha az yoran bir iş bulup (bulamazsam da evden yiyip) sürekli ekmeğime, ortamlarıma, eğlenceme bakmam idi. Basit aslında. Mega bir bütçeye sahip olmasam da, her türlü takılabileceğim bir takım yollarım vardı. Ancak o dönemde en yormayan iş (öyle bir şey de vardı ya sahiden) bile gözüme inanılmaz büyük görünüyor ve "aman ya ne uğraşacağım" tepkisiyle karşılanıyordu içimde. Gençtim, fırtınalar sağlamdı.
Çevremde sürekli değişen - ancak sabit 2-3 kişinin olduğu - bir arkadaş kalabalığına sahiptim. "Tayfa" demeyi o zamanlar çok severdim, "he ya bizim tayfa" derken mesela. Ancak şimdi hiç hoşlanmıyorum, neyse önemli değil. Az-çok bir kalabalığımız vardı, şu anda (2011 itibarıyla) barların masalarla doldurduğu, girişinde özel güvenliklerin durduğu sokaklarda takılan, it gibi içen insanlardık. Rahatsız da olmazdık hiç o durumdan, şimdi olsa yine olmam. Yükselen yaşam kalitesi olarak "küçük beyoğlu" denen (eski arka sokak) yerde işe girmeyi örnek gösteren insanlar, o zamanlar da vardı tabi ki. Ha tabi o zamanlarda "içe" girilirdi; belirli bir tayfanın içine. Şimdi ise hem işe, hem de kendileri gibi (bence bizim o en sikik halimizden bile boş) BOMBOŞ bir kalabalığa karışıyorlar., Neyse çok uzatmayayım.
Trakya da okurken (sene 2000) Samet isimli bir arkadaşım vardı. İlk üniversite yıllarımda baya baya anlaşabiliyordum kendisiyle. Sonuçta istanbulluydu. Ancak tabi yetişme tarzı da aynı ismi gibi, "kuran da geçiyor bak" şeklindeydi. İçmezdi, "rak metal severim, ama allaha küfretmesinler" derdi sıkça. Bayrampaşalıydı. Haftasonları, Lise öğrencilerine ders vermek için istanbula dönerdi. Sonraları istanbula dönmek yerine, kendi (5 kişi kalınan) evinde ders vermeye başladı. Değişik adamdı samet. Okulun her eğlencesine gelir, kolasını içer, sabaha doğru "abi vazife var, ben müsadenizi alayım" der kaçardı. Ne zaman o yıkıntı haldeki öğrenci evime gelse, "abi sen bana geçenlerde çok sert bir şeyler dinletmiştin ORBİT mi ne? ondan açsana." derdi (orbital değil bu arada, obituary). Açardım, kasetçalarımda sert sert dönerdi "Slowly We Rot" albümü, ki hala ara sıra kasetçalardan dinleme şerefine sahibim. Bence çok güzel.
Ben okulu 2002 gibi bıraktım, yapamıyordum. Kafam basmıyordu termoya, makine elemanlarına. Yapabileceğim tek şey de, paşa paşa siktiretmekti. Tabi ki ileride ne yaparım ne ederim zerre düşünmemiştim. Zaten her haftasonu istanbula dönen biriydim ki, buradaki ortamdan kopamamıştım. Gittiğim gün arkamdan yasin okumuş samet. Çok üzülmüş. Ona karışık bir kaset yapmıştım gitmeden. İçinde yok yok, 90lık tdk ya doldurmuşum impaled dan cannibal corpse a, judas priest den motörthead e, emperor dan sarcofago ya. Ne bulduysam doldurmuştum, bilememiştim felaketim olacağını.
...........
2004 e geri döndük. yine arka sokak olayları, yine bir takım saçmalıkların tavan yaptığı, muhteşem eğlenceli, sabaha kadar bitmeyen o "ne hatun kaldırırsam yanıma kar" tarzı takıldığımız, abuk gecelerimizi geçirmeye devam ediyorduk. Yazı kışı yoktu. Belli bir saate kadar kadıköyde zaman geçirip, sonra arka sokağa atıyordum kendimi. Tamamen boş, ve cepte üç benş kuruş parayla. Misafirlerimiz sık sık oluyordu. İstanbula okumaya gelmiş, garip dertli anasından babasından gelen paraları bize saçmayı seçmiş bir çok "hevesli" genç oluyordu (şimdiki aklım olsa, o sokağı ben alırdım tee o zaman. zira mantık aynı). Midemizi, ak ve karaciğerlerimizi bir şekilde dolduruyorduk her gece, sayelerinde.
Bir gün "ERHAAAN FAKYUU KABAKÇIIII" diye bir ses duydum. Evet bu cümleyi duyduğumda, sesi de hatırlamam gerçekten içimde akan erimiş demir acısı hissetmek gibiydi. Dönüp baktığımda, hayatım boyunca gördüğüm en kötü şeylerden birini göreceğimi tahmin edemezdim. "SAMET BAYRAM!"
Saçlarını uzatmış, üzerinde bol kurukafalı bir metallica tişörtü ile, elini o o malum şekilde kaldırıp UU AAAA BÖÖÖ diye sesler çıkartıp yanıma geldi. "Naber ya dostum, bahsettin o kadar geldim. Artık ben de sizdenim" diyerek çevredekilerin "ne lan bu" bakışları arasında yanıma geldi oturdu. Ve sanırım o gün o ortamda benden daha şaşkın bir insan evladı daha yoktur, olamaz.
...
Birbirinden saçma bir çok şey söyledikten sonra (en sonunda) "e oğlum ne iş, ne oldu sana?" diye sorduğumda, "ya abiii sen bana bir kaset verdin ben o zaman anladım metal müzik dinleyenler neden böyle oluyor. o müzik insanı kesinlikle değiştiren bir şey. o müzik aynı bir kutsal müzik gibi" diye cevap verdikten sonra, sürekli BÖÖEEAAA diye bağırmaya devam etti. Çantasını açtı ve beni daha şoke eden şeyler çıkarttı. Evet makyajlı fotoğraflar çektirmişti. "İnternette gördüm abi ölüm metal yani death ve black araştırırken" dedikten sonra, çorlu daki parklardan birinde sabaha karşı çekilmiş çok ama çok değişik, bir o kadar da rezalet fotoğraflarını gösterdi.
Gülemedim de, şaşırdım. daha iki sene öncesine kadar içinde "depozito" diye atmadığımız bira şişelerinin olduğu torbayı bile tutamayan SAMET BAYRAM nasıl bu hale gelmişti? düşündüm bir. Çok da düşünemedim gerçi. Zira kafam güzeldi ve sürekli güreş tuttuğumuz "ayşegüller ve yurttan kaçanlar orkestrası" nı bekliyorduk. Samet "ben bir bira alayım geleyim ya metal kardeşim." dediğinde, kabus görüyorum sandım. Gitti geldi tekele, iki tane 70 lik venüs almış, trakya da öğrendiği gibi. (bazı adetler hiç değişmiyor.) Neyse bir yandan içiyoruz, -tabi ki venüs ü şişeden içen her insan gibi o da ilk yudumda köpürttü- hayatının çok değiştiğinden. yakında gitar alması gerektiğinden, benim ona gitar dersi verip veremeyeceğimden ve ulan benim aslında rahatça verebileceğimden, hani bir şarkım varmış lambalamba diye onu öğrense yeteceğinden bahsetti. İkram ettiği birayı bitirip, tekele yönelirken "ayşegüller (bu geceki ekmek kapımız)" aradı ve biramı alıp sokağa döndüm.
....
Döndüğümde gördüğüm manzara içimi acıttı, "oo ben erhan metalika nın üniversiteden arkadaşıyım" ile başlayan bir muhabbetin nereye gideceği gerçekten karmaşık idi, özellikle söz konusu insan SAMET BAYRAM ise. İşin garibi, tayfa içinde onu bozmaya çalışanlara ise "hehee hee hee" tarzı cevaplar veriyordu samet. Yıkılmaz, yenilmez gibiydi o an.
Ayşegül beni kenara çekti, ona karşı ne kadar sinir bozucu davrandığımı, neden onu başka yerlere davet etmediğimi, sürekli bu kadar kalabalık ve "tipibozuk" insanın içinde ne işi olduğunu sordu. aklım tamamen bizim samet ve bombalarında olduğu için akıl sağlığıyla yanıtlayamadım. Bağırdı, çağırdı. "Yurttan kaçarak hayatımı tehlikeye atıyorum ama sen sadece böyle davranıyorsun" diyerek, aslında hiç sallamadığım tribini attı. Kadınlar için her zaman normal gördüğüm bu olay, o zaman da bana koyacak bir şey değildi. ayşegül ve yurttan kaçırdığı kızlar arasında Nazlı diye bir tanesi vardı. Güzel giyinmişti, ama panklarla, itlerle dolu bir sokağa uygun değil. Sanırım düğüne gidecek sanıyordu kendini. Gecenin "hiç olmazsa, son çaresi" olarak düşünmüştüm onu. yurda dönemezlerdi, ev de müsaitti.
Saatler ilerledi, samet "ya metal dinleyen herkes böğürmeli ya bürütal metaaal" diye bağırmaya bir yandan da kızlarla konuşmaya devam ediyordu. Kafam gerçekten güzel olmaya başlamıştı. O anda ayşegülden de, ortamdaki diğer ahtapotlardan da tiksinir olmuştum. İçtim, içtiler. Daha çok içtim, daha çok içtiler.
Sonuç:
Samet, Ayşegül ü artık nereye, nasıl götürdüyse ilk milli olma tecrübesini yaşarken, ben yatağımda "ay belime dokunma utanıyorum, ay ben öpüşemem kii, ya elleme korkuyorum vs." cümleleriyle boğuştuktan sonra, "tamam uyu ben de filme bakıp uyuycam zaten" diyip DAVARO seyrettim. Şener Şen in boka bastığı sahnede, başarısızlığımın tezahüratları yükseliyordu, dolu dolu gözlerimden inat edip akmayan yaşlara dönüşürcesine.
........
oluyor böyle şeyler. dikkat edin.
Sevgilerimle,
Erhan KABAKÇI, 1972 - Endonezya
.........................
başarısızlık yazıp google da aratınca "ümit özat" çıkıyor. daha büyük başarısızlık mı var ulan?