23 Haziran 2011 Perşembe

Bir Başarısızlık Öyküsü - SAMET VE BEN





("başarısızlıklardan ders alın, ibret alın!" temalı hikayelerime devam ediyorum. yaşanmış olması sizin canınızı benim kadar sıkmıyordur eminim. bazen "yapacak bir şey yok" demekten hiç ama hiç keyif almadığımı bilin. özellikle şu "ORUÇ" dönemimde.)

"xx.xx.2004"

Bahar erken gelmiş, erken bitmiş ve koskoca olacağına emin olduğum bir yaz başlamıştı. "Bu yaz da çalışmam aga ben, sırf makara kovalarım" moduna tee bahardan girmiştim. Diri bir genç olarak, yaz boyunca yapmam gerekenler, daha az yoran bir iş bulup (bulamazsam da evden yiyip) sürekli ekmeğime, ortamlarıma, eğlenceme bakmam idi. Basit aslında. Mega bir bütçeye sahip olmasam da, her türlü takılabileceğim bir takım yollarım vardı. Ancak o dönemde en yormayan iş (öyle bir şey de vardı ya sahiden) bile gözüme inanılmaz büyük görünüyor ve "aman ya ne uğraşacağım" tepkisiyle karşılanıyordu içimde. Gençtim, fırtınalar sağlamdı.

Çevremde sürekli değişen - ancak sabit 2-3 kişinin olduğu - bir arkadaş kalabalığına sahiptim. "Tayfa" demeyi o zamanlar çok severdim, "he ya bizim tayfa" derken mesela. Ancak şimdi hiç hoşlanmıyorum, neyse önemli değil. Az-çok bir kalabalığımız vardı, şu anda (2011 itibarıyla) barların masalarla doldurduğu, girişinde özel güvenliklerin durduğu sokaklarda takılan, it gibi içen insanlardık. Rahatsız da olmazdık hiç o durumdan, şimdi olsa yine olmam. Yükselen yaşam kalitesi olarak "küçük beyoğlu" denen (eski arka sokak) yerde işe girmeyi örnek gösteren insanlar, o zamanlar da vardı tabi ki. Ha tabi o zamanlarda "içe" girilirdi; belirli bir tayfanın içine. Şimdi ise hem işe, hem de kendileri gibi (bence bizim o en sikik halimizden bile boş) BOMBOŞ bir kalabalığa karışıyorlar., Neyse çok uzatmayayım.



Trakya da okurken (sene 2000) Samet isimli bir arkadaşım vardı. İlk üniversite yıllarımda baya baya anlaşabiliyordum kendisiyle. Sonuçta istanbulluydu. Ancak tabi yetişme tarzı da aynı ismi gibi, "kuran da geçiyor bak" şeklindeydi. İçmezdi, "rak metal severim, ama allaha küfretmesinler" derdi sıkça. Bayrampaşalıydı. Haftasonları, Lise öğrencilerine ders vermek için istanbula dönerdi. Sonraları istanbula dönmek yerine, kendi (5 kişi kalınan) evinde ders vermeye başladı. Değişik adamdı samet. Okulun her eğlencesine gelir, kolasını içer, sabaha doğru "abi vazife var, ben müsadenizi alayım" der kaçardı. Ne zaman o yıkıntı haldeki öğrenci evime gelse, "abi sen bana geçenlerde çok sert bir şeyler dinletmiştin ORBİT mi ne? ondan açsana." derdi (orbital değil bu arada, obituary). Açardım, kasetçalarımda sert sert dönerdi "Slowly We Rot" albümü, ki hala ara sıra kasetçalardan dinleme şerefine sahibim. Bence çok güzel.

Ben okulu 2002 gibi bıraktım, yapamıyordum. Kafam basmıyordu termoya, makine elemanlarına. Yapabileceğim tek şey de, paşa paşa siktiretmekti. Tabi ki ileride ne yaparım ne ederim zerre düşünmemiştim. Zaten her haftasonu istanbula dönen biriydim ki, buradaki ortamdan kopamamıştım. Gittiğim gün arkamdan yasin okumuş samet. Çok üzülmüş. Ona karışık bir kaset yapmıştım gitmeden. İçinde yok yok, 90lık tdk ya doldurmuşum impaled dan cannibal corpse a, judas priest den motörthead e, emperor dan sarcofago ya. Ne bulduysam doldurmuştum, bilememiştim felaketim olacağını.
...........


2004 e geri döndük. yine arka sokak olayları, yine bir takım saçmalıkların tavan yaptığı, muhteşem eğlenceli, sabaha kadar bitmeyen o "ne hatun kaldırırsam yanıma kar" tarzı takıldığımız, abuk gecelerimizi geçirmeye devam ediyorduk. Yazı kışı yoktu. Belli bir saate kadar kadıköyde zaman geçirip, sonra arka sokağa atıyordum kendimi. Tamamen boş, ve cepte üç benş kuruş parayla. Misafirlerimiz sık sık oluyordu. İstanbula okumaya gelmiş, garip dertli anasından babasından gelen paraları bize saçmayı seçmiş bir çok "hevesli" genç oluyordu (şimdiki aklım olsa, o sokağı ben alırdım tee o zaman. zira mantık aynı). Midemizi, ak ve karaciğerlerimizi bir şekilde dolduruyorduk her gece, sayelerinde.

Bir gün "ERHAAAN FAKYUU KABAKÇIIII" diye bir ses duydum. Evet bu cümleyi duyduğumda, sesi de hatırlamam gerçekten içimde akan erimiş demir acısı hissetmek gibiydi. Dönüp baktığımda, hayatım boyunca gördüğüm en kötü şeylerden birini göreceğimi tahmin edemezdim. "SAMET BAYRAM!"

Saçlarını uzatmış, üzerinde bol kurukafalı bir metallica tişörtü ile, elini o o malum şekilde kaldırıp UU AAAA BÖÖÖ diye sesler çıkartıp yanıma geldi. "Naber ya dostum, bahsettin o kadar geldim. Artık ben de sizdenim" diyerek çevredekilerin "ne lan bu" bakışları arasında yanıma geldi oturdu. Ve sanırım o gün o ortamda benden daha şaşkın bir insan evladı daha yoktur, olamaz.
...


Birbirinden saçma bir çok şey söyledikten sonra (en sonunda) "e oğlum ne iş, ne oldu sana?" diye sorduğumda, "ya abiii sen bana bir kaset verdin ben o zaman anladım metal müzik dinleyenler neden böyle oluyor. o müzik insanı kesinlikle değiştiren bir şey. o müzik aynı bir kutsal müzik gibi" diye cevap verdikten sonra, sürekli BÖÖEEAAA diye bağırmaya devam etti. Çantasını açtı ve beni daha şoke eden şeyler çıkarttı. Evet makyajlı fotoğraflar çektirmişti. "İnternette gördüm abi ölüm metal yani death ve black araştırırken" dedikten sonra, çorlu daki parklardan birinde sabaha karşı çekilmiş çok ama çok değişik, bir o kadar da rezalet fotoğraflarını gösterdi.

Gülemedim de, şaşırdım. daha iki sene öncesine kadar içinde "depozito" diye atmadığımız bira şişelerinin olduğu torbayı bile tutamayan SAMET BAYRAM nasıl bu hale gelmişti? düşündüm bir. Çok da düşünemedim gerçi. Zira kafam güzeldi ve sürekli güreş tuttuğumuz "ayşegüller ve yurttan kaçanlar orkestrası" nı bekliyorduk. Samet "ben bir bira alayım geleyim ya metal kardeşim." dediğinde, kabus görüyorum sandım. Gitti geldi tekele, iki tane 70 lik venüs almış, trakya da öğrendiği gibi. (bazı adetler hiç değişmiyor.) Neyse bir yandan içiyoruz, -tabi ki venüs ü şişeden içen her insan gibi o da ilk yudumda köpürttü- hayatının çok değiştiğinden. yakında gitar alması gerektiğinden, benim ona gitar dersi verip veremeyeceğimden ve ulan benim aslında rahatça verebileceğimden, hani bir şarkım varmış lambalamba diye onu öğrense yeteceğinden bahsetti. İkram ettiği birayı bitirip, tekele yönelirken "ayşegüller (bu geceki ekmek kapımız)" aradı ve biramı alıp sokağa döndüm.

....


Döndüğümde gördüğüm manzara içimi acıttı, "oo ben erhan metalika nın üniversiteden arkadaşıyım" ile başlayan bir muhabbetin nereye gideceği gerçekten karmaşık idi, özellikle söz konusu insan SAMET BAYRAM ise. İşin garibi, tayfa içinde onu bozmaya çalışanlara ise "hehee hee hee" tarzı cevaplar veriyordu samet. Yıkılmaz, yenilmez gibiydi o an.

Ayşegül beni kenara çekti, ona karşı ne kadar sinir bozucu davrandığımı, neden onu başka yerlere davet etmediğimi, sürekli bu kadar kalabalık ve "tipibozuk" insanın içinde ne işi olduğunu sordu. aklım tamamen bizim samet ve bombalarında olduğu için akıl sağlığıyla yanıtlayamadım. Bağırdı, çağırdı. "Yurttan kaçarak hayatımı tehlikeye atıyorum ama sen sadece böyle davranıyorsun" diyerek, aslında hiç sallamadığım tribini attı. Kadınlar için her zaman normal gördüğüm bu olay, o zaman da bana koyacak bir şey değildi. ayşegül ve yurttan kaçırdığı kızlar arasında Nazlı diye bir tanesi vardı. Güzel giyinmişti, ama panklarla, itlerle dolu bir sokağa uygun değil. Sanırım düğüne gidecek sanıyordu kendini. Gecenin "hiç olmazsa, son çaresi" olarak düşünmüştüm onu. yurda dönemezlerdi, ev de müsaitti.


Saatler ilerledi, samet "ya metal dinleyen herkes böğürmeli ya bürütal metaaal" diye bağırmaya bir yandan da kızlarla konuşmaya devam ediyordu. Kafam gerçekten güzel olmaya başlamıştı. O anda ayşegülden de, ortamdaki diğer ahtapotlardan da tiksinir olmuştum. İçtim, içtiler. Daha çok içtim, daha çok içtiler.

Sonuç:

Samet, Ayşegül ü artık nereye, nasıl götürdüyse ilk milli olma tecrübesini yaşarken, ben yatağımda "ay belime dokunma utanıyorum, ay ben öpüşemem kii, ya elleme korkuyorum vs." cümleleriyle boğuştuktan sonra, "tamam uyu ben de filme bakıp uyuycam zaten" diyip DAVARO seyrettim. Şener Şen in boka bastığı sahnede, başarısızlığımın tezahüratları yükseliyordu, dolu dolu gözlerimden inat edip akmayan yaşlara dönüşürcesine.

........



oluyor böyle şeyler. dikkat edin.





Sevgilerimle,


Erhan KABAKÇI, 1972 - Endonezya



.........................


başarısızlık yazıp google da aratınca "ümit özat" çıkıyor. daha büyük başarısızlık mı var ulan?

9 Haziran 2011 Perşembe

Uzay/Zaman Kavramı Üzerine





Bir zamanlar deli gibi hastası olduğum dizi olan SİHİRLİ ANNEM in star tv ekranlarında yeni bölümlerinin başlamasına çok coşarım, çok sevinirim diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Sevindim tabi ama öyle coşku dolu, fener şampiyonluğunda caddede delirir gibi sevinemedim. Neyse ki türk dizi tarihindeki en nitelikli oyuncu olan TACİ yine ekranlardaydı. Günü ve saati iş saatlerimle çakışıyordu ama olsun. Diziport var, esenlerdizi var, varoğlu site var dizi seyredebilmek için. Problem etmedim o yüzden, "ne de olsa tekrarlarını seyrederim hem reklamsız mis gibi ooh" diyerekten.

Defne Joy Foster ın ölümüne üzülmüştüm, dizide eksikliği de bariz hissediliyor. Zuhal Topal ın canlandırdığı ve "AAAAVNİİİ" diye çıkışlarıyla o zamanlar kalbimde tahta sahip olan Suzan karakterinin eksikliği de hoş değildir. (gerçi zuhal topal eskiden kütütr kütürdü. şimdi çıkıp suzan ı canlandırsa eski etkiyi yaratır mı bilmiyorum). Çilek karakterini canlandıran Zeynep Özkaya büyümüş ve o eski sevimliliğini yitirmiş. Evin büyük çocuğu (adını unuttum, çok cins bir çocuktu zaten) "cücük sakal" bırakmış, üniversite ye başlamış, mala vurur hale gelmiş. Gerçi eski bölümlerden beri hep aynı kızla beraber (Tuğçe). Tuğçe desen varil gibi olmuş, bizim çocuğa veriyor mudur bilinmez. Ama o kadar süre zarfında bu çocuk bu kıza katlandıysa, kesin bir takım numaraları vardır. Yoksa karım olsa o kadar sene katlanmam arkadaş. İki tane de yeni velet girmiş diziye de, çok bakmadım onlara.

Dizinin en kilit oyuncularından biri de Ferhunde Hanımlar ile hayatımıza giren, Sihirli Annem dizisinde Sadık rolünü canlandıran Şahap Sayılgan. Adama hep aynı rolleri veriyorlar. Böyle biraz pısırık, biraz kılıbık ama sevgi dolu baba/damat. Ferhunde hanımlar dan beri hep aynı hep aynı. Tıpkı bir Volkan Severcan vakası gibi. Ona da hep ibne, kunek, travesti, pezevenk vs. rolleri verirlerdi. Hoş şimdi de çocuklar duymasın da yine biraz kunil gibi ama adam rolü vermişler. Bunca yıl vuvarladığı karizmasını belki bu şekilde kurtarabilir mi bilmiyorum. Kısfmet.

Betüş, Dudu Peri, Perihan Teyze karakterleri aynı eskisi gibi, hiç bozulmamış. Dudu her defasında bir takım dolaplar çeviriyor, sonrasında betüş durumu farkediyor, perihan teyze de gelip olayları düzeltip, dudu ya ceza veriyor. Yani bölümlerin genel konusu aynı, herhangi bir değişiklik yok. Arada TACİ (adamım) görünüp oyunculuk dersi veriyor resmen. Bence daha çok rol vermeliler taci ye.

Gel gelelim, içinde böyle bolca sihir, büyü, ışın, uzay vs. gibi fantastik öge barındıran (Legend Of The Seeker ı bile ezer kanımca) bir dizinin, tabi ki bolca efekt cart curt olayına ihtiyacı olacak. Genel olarak baktığımda, dijital efektlerin dünya standartlarının da üstünde olduğunu düşünüyorum (sadace bir kere bulutlarda yürüme sahnesini beğenmemiştim. ama sadece bir kere). Nasıl HBO nun Lost u, (hadi lost demeyelim, tarzları farklı) veya Game Of Thrones u gibi dünya çapında seyredilen bir dizi olamamasına şaşırıyorum Sihirli Annem'in. En az bir Game Of Thrones kadar iyi zira. Hem o da fantastikli, büyülü.

Diziye yeni gelen karakterler arasında (iki velet hariç) dikkatimi çeken biri de, Suat Sungur tarafından canlandırılan Avni karakterine yazan hatun oldu. Avni de ona yazıyor tamam, olay karşılıklı, Avni skor yolunda. Ama Suzan dan sonra olmadı bu. Suzan karakteri nerede, bu "miss çorum 2006" kıvamlı kadın (Selena da çocukların üvey annesi karakterini canlandırıyordu hatta) nerede. Oyuncu seçimleri yanlış olmuş.


İlginç bir şey daha var ki, ne zaman bir arkadaşla (adam tabi. ya ne olacaktı?) "ulan çok sıkıldım filim veya dizi mi atsak?" desem aklıma ilk bu dizi gelir, eski bölümlerinden açarım bir iki tane. Hatta en sevdiğim bölümü olan, çileğin zamanda geçmişe, geleceğe uzaya falan gittiği bölümü açarım. Yarısında arkadaş "ya olum oz moz bişey tak da izleyek bu ne da?!" tepkisi verir. Aslında biliyorum, başından sonuna kadar seyretse o da sevecek, o da hastası olacak Sihirli Annem in. Bence siz de deneyin, gayet güzel dizi.

...............................

Şimdi diyeceksiniz, "abi blogun genel konseptinin epey dışına çıktın. hani av taktikleri? hani ortam önerileri? vs. vs.". Valla arkadaşlar, yaşlandım sanırım böyle yeni av sahaları, yeni av yöntemleri geliştirmeye ultra üşenir, yorulur hale geldim. Meydanı, enerjisi ve libidosu yüksek, yangınlardan yangınlara koşan gençlere bırakmayı daha uygun buldum. Ha tabi, her konuda danışabilirsiniz eskiden olduğu gibi. Ama işte şimdilik biraz duruldum gençler. Yaşlandık diyoruz ama unutmayın,

"bu yaşlı kurtta hala bir kaç numara var."



Sevgilerimle,

Erhan KABAKÇI - 1966, Cajamarca

6 Haziran 2011 Pazartesi

"Evet, ben de ata binmeyi severim"




Epey zamanı var aslında bu olayın (giriş tümceleri kullanmadan zart diye girdiğim ilk yazım oldu evet. en çok kutluyorum kendimi). Senede 1-2 defa gerçekleştirdiğim "dur bakalım ne olacak" temalı yolculuklardan birine - bir takım dış ve iç gazlar sonucu - çıkmıştım. Şehir ismi vermek istemiyorum açıkçası, zira çok da iç açıcı bir şehir değil. "Görsen anadoluyu" isimli çocuk şarkısının zaten büyük bir kolpalar pınarı olduğunu biliyordum zira çocukluğumdan beri. Ama hani insan merak da ediyor, İstanbul u bırakıp anadolunun dandirik bir ilinde okumaya giden kadının amacı nedir diye (ben ettim siz etmeyin).

Daha otobüse bindiğim anda "ya bu sefer de bir takım salvolara gidiyorsun ama, saman kokarak döneceksin" diyordum kendi kendime. Yanımda oturan ve aslında yerim olan "cam kenarı"nı vermek istemeyen bir dayımsı (dayıdan çok sigara izmaritine benziyordu, hem görünüş hem koku olarak) ve otobüste oynatılan mega rezil filmler, çalınan müzikler ve "sığiçermisiğiz?" diyen bir muavin olmasına rağmen, en azından yanına gittiğim kadını düşünerek bir nebze avunmaya çalışmıştım. Yol uzun değildi aslında. belki üç belki dört saatti. ama benim bunu anlamak için yolculuk sonrasında, saatimin aslında bozulmadığını anlamam gerekliymiş, bu da ayrı bir olay.

İndiğim otogar, her otogar gibi karmaşık, "daha bavulumu almadan yanıma gelip "nere gidicen abi götürelim, öğrenci misin?" diyen adamlar ve iğrenç bir tavuk döner kokusuyla kaplıydı. Hoş, sokaktan beslenen bir adam olmama rağmen, şu tavuk döner denen kepazeliği oldum olası sevememişimdir. Kızın beni gardan alacağını düşünüyordum, zira öyle anlaşmıştık. Şarjı bitiklerde olan telefonumla aradım. Çaldı, çaldı. Evet telefonumun şarjı azdı, zira evden çıkışım bile bir anda olmuştu. Gelsene yanıma dediği an, "bak gelirim ama" diyip. "gel gel özledim seni" cevabını alarak ani bir gaza gelişti aslında beni bu saman kokulu yolculuğa çıkartan. Alkollü internet kullanmak, bir çok kazaya sebebiyet verebiliyor.

Tabi ki "sahiden" oraya gitmem kızı şaşırtmış olacaktı ki, son anda uykusundan uyanıp "gardayım" diyebildikten sonra "geli.." diyebildi. Evet, şarjım da bitmişti ve öyle hıyarca bir aceleyle evden çıktığımı da düşünürsek, şarj aletimi de yanıma almayı unutmuştum normal olarak. (Daha önce benzer bir yolculuk yaptığımda da, evin telsiz telefonunu çantama atmıştım evet. Acele edince hep bir takım abukluklar oluyor.) Oradaki METRO TURİZM (chris rea - road to hell, iyi şarkıdır) yazıhanesine gidip zar zor şarja taktım telefonumu. hani arar eder diye de başında bekliyordum. Ama görevlinin "nereden geldi lan bu dingil" manalı bakışlarına maruz kalmak da hiç hoş değildi. Daha da hoş olmayan, oradaki bir güvenlikçinin devamlı "ya işte birader sivası şampiyon yapmıyorlar. yapsalar var ya, sivas şampiyollar (evet aynen böyle dedi) liginde de oynar da işte özellikle yapmıyorlar. demirören para vermiş." diye beynimi çekiçlemesiydi. Bir an önce tekel bulup bir kaç "bişey" içmek, sanırım kızı görmekten bile daha iyi gelecekti.

Tabi ki etrafa sora sora bir tekel bayii buldum. sabahın 9unda bulduğum tekeldeki adamı alsam, tırt bir zombi filmi çevirip "zombilerin başkanı" rolünde oynatsam, bi daha george romero yu anan bir insan evladı daha olmazdı şerefsizim. Benim bildiğim tekel bayileri muhabbete gelen adamlardır. Palyaço burnuna hem şekil hem renk olarak benzeyen gözler ve gerçekten su kaplumbağası kabuğuna benzeyen yeşil/kahverengi bir tene sahip adamlar görmeye pek alışkın değilim. Kuytu bir yer bulup (tabi ki gazete kağıdına sarılı) biramı içiyor bir yandan "ulan yazıhaneden telefonla çantam gitmesin?" diye kuruntu yapmaktaydım. Ama sivaslı güvenlikçi sonuçta bana "ben bakarım kardeş onlara ayıpsın." demişti.

İki bira içip, iki tane de ceplerime koyup yazıhaneye geri döndüm. Oralarda içebileceğim daha kuytu yerler bulşacağımdan eminim zira. Sivaslı güvenlikçiye bluetooth dan nasıl şarkı atılabileceğini de öğretip sevap işledikten sonra kızı aradım ve "ya geliyorum da.... ev çok dağınık rahatsız olmazsın dimiii? cümlesini duydum. Dağınık olan ev miydi başka olaylar mıydı bilmiyorum, çok da umrumda değildi. Bir anlık gazla çıktığım o saman kokulu yolculuğumun karşılığını almalıydım.

Sonunda geldi. Neden bu kadar geç kaldığını sormaya gerek duymadım, zira makyajından, kılık kıyafetinden anladım az çok, uğraşmış. Ama benim üzerimde sadece bir tişört ve eşofman altı vardı. Diğer kılık kıyafet çantamdaydı. "Ne de olsa genelde evde takılırız" diye düşünerek yola çıkmıştım zira. Gelmesiyle beraber keyfim az biraz yerine gelmişti, ta ki "ya eve gitmeden önce biraz sana şehri gezdireyim" diyene kadar tabi.

Saat 11 civarı artık cebimdeki iki birayı da içmek için 1-2 kuytu yer bulup (bir tanesini başka bir tekelde soğuğu ile değiştireyim derken yaşadığım problemi anlatmıyorum bile.) bir nebze olsun rahatlamaya çalışırken "çok içiyorsun yaaaa" cümlesini işittiğimde başımdan aşağıya bir demlik çay dökülmüş gibiydim. "Ya canım eve gidelim mi artık, hem yorgun hem uykusuzum. Biraz dinlenelim" dedim. Neyse ki yüzümdeki o "bir gecede her şeyini kaybetmiş adam" ifadesi bir şekilde işe yaradı ve eve gidebildik; çok saçma sapan bir yerde olan, çok saçma sapan eve.

Kızla ilgili heveslerimin gitgide azaldığından emin olduğum için, yolda aldığım biraları dolaba atıp (iğrenç bir dolaptı), bir tanesini açıp kanepeye uzandım. Üzerime örtmek için getirdiği ördü, askerdeki koğuşumdan daha beter kokuyordu. Tabi ki "buna balık mı seriyorsun?" diye sorduğumda, "ya ev arkadaşım pek yıkanmaz. istersen benim örtümü vereyim?" dedi. O anda, ondan bana, örtüden başka hiç bir şey vermemesini istemiştim. Ne işim vardı ulan orada? Biraz uyuyup dinlenip. uyanıp dolaptaki biralarımı da içip, istanbula döneyim bvari diye planlar yaparken uyumuşum.

Akşamüstü uyandım. Boğazımın kuruluğu canımı yakıyordu ve ağzımın köle götü gibi koktuğundan emindim. "İyi uyudun yaa, günaydın canımmmmm!" tarzı neşeli bir atağa geçktikten sonra kız, uyku sersemliğiyle ancak "HE" anlamına gelebilecek basit bir sarılıştan sonra lavaboya yönelip, elimi yüzümü yıkayabildim. "Bir şeyler hazırladım" dedi. Karpuz, peynir ve çayın olduğu bir masada sadece bir kaç bardak su içip (çaydan nefret ederim), dolaptaki biralarımdan bir tanesini açıp içmeye başladım. Bitireyim de gideyim. Garda en azından bir dürümcü bulurum düşüncesindeydim. Ama o sırada, aslında hiç ihtimal vermediğim ama iyi ki de kabul ettiğim (ileride anlarsınız.), "ya bu akşam seni şehrin en güzel barına götüreyim ben" cümlesi geldi. Tabi ki başta, yüzümü ezilmiş ve çocukların top oynadığı kola kutusu gibi buruşturup "yok ya sanmıyorum" dedim. Ama bir şekilde ikna edebildi beni; edebileceği tek şekilde.

Akşam 10 gibi evden çıkmak üzere plan yaptık. Ben dolaptaki biralarım bitince, hem bira hem de adam gibi etli bir şeyler yemek için dışarıya çıkıp, hayatımda yediğim en klas köftelerden birini yiyip, biraz daha bira alarak eve döndüm. Hazırlanmasını bekliyordum, zira (anlattığı kadarıyla) burada onu epey el üstünde tutuyorlarmış. İstanbulluluğunu an biraz belli edince, orada herkese öyle yapıyorlarmış da vs vs. Odadan çıktığında "oha düğüne mi gidiyoruz?" tepkisi verdiimde, masada oturup skol içmeye devam ediyordum. "aa sen hazırlanmadın mı hala?" diye sertçe çıkıştı bana. "E noolcak ya iyiyim ben böyle işte." dediğimde, "bi berbere gidip şu sakalını kesersin sanmıştım. hadi o neyse de, eşofmanla mı geleceksin yaaaaa!" diye zılgıtı çekince, çantamdan pantolon çıkartıp (bildiğin düz kot) "olur mu ya bu DÜŞES!" diye gerek alaycı, gerek sinirli bir şekilde seslenip, yüzünü buruşturmasına rağmen "e ne yapalım olsun bari" demesiyle sinir katsayımı yükseltmişti. "Aman neyse, bari bu geceyi de kotaralım, sabah uzarım artık" demiştim içten içe. O yüzden çantamı da yanıma aldım, ne olur ne olmaz.

Evden çıktık. Ayağında, o yürümeyi asla beceremediği topuklularla (lan bu kız eskiden pank falandı.) o iğrenç anadolu şehrinin sokaklarında taksi durağına kadar yürüdük. "Oo x hanım yakşamlar, yine çoğşıksınız. Bu arada meraba abi" diyen ve sürekli yol boyunca "valla x hanım, siz burada öğrencilerin ablası olduğguz artık. Sizinle ne kadar gurur duyulsa az." tarzı cümleler kuran taksici bizi o ilin en lüks mekanının önüne getirdikten sonra, taksi parasını da verdim (çok tuttu) ve indik.

Mekan, İstanbulun ortahalli mekanlarına benzer bir yerdi işte. Öğrenci kısmı takılıyordu genelde. "Önce 1-2 tane dışarıda içelim, sonra içeriye gireriz ya" önerim de "ya alkolik misin sen? hem içeride epey ucuz" diyip de fiyatı söyleyince epey epey sevindim, daldık içeri. Bizim kız tabi yaş olarak bu öğrencilerden bir kaç yaş daha büyüktü. kimine göre abla, kimine göre "lan bi kıstırsam" durumu vardı. Kol kola içeriye girdik. Sanki ilk defa görmüşlercesine "vaaay x abla hoş geldin" diyen ufaklıklar ve yaşı yakın/üst sınıf vs. olduğu belli olan "vaay x yaa hoşgeldin hoca yaaa" diyen tırtolarla doluydu mekan. Hayatım boyunca bir daha asla yüzlerini görmeyeceğimden emin olduğum bir sürü tıngız insanla tanıştıktan sonra
(kızların da çoğunun gider katsayısı çok ama çok düşüktü. o gece, o şartlarda penaltı da vermezdi bana hakem) biraz elimi yüzümü yıkamaya gittim.

Alkolün ucuz olmasına sevindiğim için yüzümde devamlı bir gülümseme vardı. Ya dünyanın en güzel ve en dırdır yapmayan kadını gelse, bu tarz bir mekanda 2 liraya bira içmek kadar güldüremezdi yüzümü, eminim. Ama işte sonuçta yalnızdım. yanımda kız olsa bile, hani etrafında bin tane insan fırdöndü, bense hepsiyle dalga geçerek konuşuyordum. İşimi soranlara "ATA BİNİYORUM" diyordum. "Nasıl yani?" diyenlere, "Böyle işte at üstünde savaşan figüran oluyorum hep. çok iyi ata binerim" diyordum. Bir ara abartıp "Hayatımda atlardan daha önemli bir şey yok. İnsanlardan daha çok atlarla anlaşabiliyorum." diye sıkıp baya bir ilgi çekmiştim üstüme. ta ki şu cümleyi duyana kadar: "evet, ben de ata binmeyi severim!"

Arkamı döndüğümde, bir zamanlar "arka sokak" duvarlarına "ata binmeyi severim" yazarken tanıştığım basçı Tuğçe geldi. "Hala mı atlar?" diye sordu, güldük, sarıldık. O ortamda bir tanıdık bulmak çok ama çok güzeldi. "Burada ne yapıyorsun lan küheylan?" diye sorduğumda, "burada çalıyoruz abi bu gece. viski?" cevabını aldım. çantasından viski çıkartıp bardağıma doldurdu biraz. Benim kızla tanıştırmak istedim de, ikisi de yanaşmadı. Belli ki aralarında mevzu var. Karıştırmadım. Az biraz Tuğçe ile lafladıktan sonra benim kızın yanına geldim, tabi ki limonlu kuzu beyni gibi buruşuk bir suratla karşıladı beni ve bütün gece tripten tribe koştu. Sallamadım. İçtim, içtim, içtim....

........

Uyandığımda, barın karşısındaki bankta, sırtımda çantam (hiç çıkartmamıştım evet, çıkartmam), üzerimde biraz mideden çıkan dürüm parçaları bulmuştum. Hala tam anlamıyla ayık değildim, saatim de en son baktığımdan 2 saat ilerideydi sadece, takribi 02:10 civarıydı yani. mekan dörde kadar açıktı ve içeri girmeye çalıştım. çalıştım, zira zorluk çıkarttılar, "damsız almıyoruz" diye. Benim kızı aradım, açmadı. Belki de duymamıştır. Ama neyse ki tuğçe yi aradım ve tesadüfi bir şekilde moladaymış, açtı ve beni geri aldı içeriye "oğlum naptın sen?" diyerek.

Neler yaptığımı az çok anlatmaya çalıştılar, ama hala anlayamayacak kadar sallamaz, umursamaz ve "ya biraz daha içeyim" derdindeydim. benim kızı arıyordum bir yandan da sağda solda. tuğçe beni oturttu bir yere ve sahneye çıktı. İnsanların bana bakışı baya korkar gibiydi. Ulan ben ne yaptım acaba "diye düşünmeye de başlamıştım ufaktan. Bir bira almıştım ve içemiyordum. Düşünüp düşünüp "ulan ne ettim acaba?" diye soru soruyordum kendime. Yine benim kıza bakınmaya çıktım, iyi ki çıkmışım (yerde 20 lira buldum). Eninde sonunda buldum, bulmaz olaydım.

Bulmaz olaydım, zira "TESELLİ EKİBİ" toplanmış, tahminimce "o herifi nereden getirdin bak sarhoş oldu, seni de üzdü bu gece" tarzı konuşmalar yapmaktaydı. Hatta aralarında numune bir tip kalkıp "gel birader dışarıda konuşalım seninle." dediği an durumun ehemmiyetini kavrayıp "haa bunlar da beni palazlayıp artistlik yapacaklar, en iyisi ben erken davranıp artistliğin kralını yapayım!" diye düşünüp (ay lav düz mantık) adama "esnaf kafası" attım. sonrası bildiğiniz karambol ve alın bu arkadaşı dışarı.

.................


yine banktaydım, bir şekilde tekel bulup bira aldığımda saat 5 e geliyordu. Tuğçe aradı, içerideki olayları duymuştu tabi. Geldi yanıma "oğlum sen hiç mi akıllanmayacaksın lan?" dediğinde "sikerim ya, iyi muz" diye cevap verdim. "Gel bizde kal" dedi, evi mevi varmış orada. Sabah gideceğimi ve 1-2 saat takılsak yeteceğini belirtmeme rağmen, "yok ya gel kal, kusmuk koka koka binme otobüse bari. uyu, uyanınca gidersin istersen" dedi. Makul geldi evine gittik. Duş aldım, kendime gelir gibi oldum. Evde içecek sadece votka ve kola olduğunu öğrendiğimde aslında epey de sevinmedim değil. Buraya neden ve nasıl geldiğimi, neler yaşadığımı, neler gördüğümü ve nasıl canımın sıkıldığını anlattım. Güldük.


.......................


Sonra bir 5 gün daha kaldım orada.

Evet ata binmeyi hakikaten seviyorum.
............................................................................



"kime niyet, kime kısmet. ekmek nereden çıkar hiç belli olmaz arkadaşlar!"




sevgilerimle,


Erhan Kabakci, 1974 - Bangladeş

Yaşanmış, Gerçek Başarısızlık Öyküleri 1 - "Abi Kızıl Benim!"




(aslında bu maceramı daha önce vatdafak.com daha sonra da ekşisözlükte "epic fail" başlığında paylaşmıştım. ancak okumayıp da bu tarihi başarısızlık öyküsünden ibret almamış bir çok arkadaşla paylaşmak için de blogumda yayınlamaya karar verdim. e her zaman doksan dakika sonunda gülen taraf olmadığımız durumlar da olmadı değil. takribi yedi sene evvel gerçekleşmiş bu olaydan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmadı. ha bu arada, neden böyle denyo bir resim koydum buraya bilmiyorum. sahiden bilmiyorum.)


......................


"abi kızıl benim"

17.07.2004

uyanalı bir kaç saat olmuş, boğazım dün geceden alınan alkolün etkisiyle kupkuruydu. hala bir şeyler yemeyi düşünüp üşeniyor, ıcq da "acaba bugün ne yapsak diye kime sorsam" tarzı düşüncelere dalmış, dakika başı kuru boğazımı gluk gluk su içerek de olsa bir türlü ferahlatamadığım bir gündü. "ulan acaba dün gece ne bok yedim, acaba elif e fazla mı yavşadım, anladı mı? umarım alp in yanındaki kızlara çok ayılık yapmamışımdır, dün bir herif geldi ne konuşmuştum ki lan herifle? vs." gibi sorular kafamın içinde tornado misali esmkteyken, bir anda telefonum, doğum yapan demirci küheylanı misali yüksek yüksek kişnedi. odanın öbür ucunda şarja takılı telefonumu açmak için uflaya puflaya yerimden kalktığımda, arayanın bir numaralı olmasa da, epey yakın bir arkadaşım olan x olduğunu gördüm. beni çok sık aramazdı. şaşırdım. açtım telefonu.

- abi ben x naber?
-- napiyim lan. olum y.rak gibi kafam. dün yine cozdurduk. siz niye erken kaçtınız?
- ya ne bileyim. benim izmirli tatava yaptı bi ton. nete gel mete gel diye, erken gittim eve.
-- izmirli hangisiydi lan? şu memesinde dövme olan mı?
- evet evet. olum 2 hafta sonra gidiyorum. ailesi antalyaya gidiyormuş. ev boş. bafi bafi! bafi çulo ahahaha
-- arkadaşı var mı lan hiç? geliyim ben de olum (evet hepimiz yancıyız)
- bakiyim abi sorarım da, ben şey için aradım, bu akşam bi taksim yapalım diyoruz z ile. arkadaşının birinin doğumgünü varmış. belki bikaç bişey çıkar.
-- aa gidelim lan tabi. tam nerdeymiş doğumgünü? harbi çok karı olur mu ki lan, ona göre şekil yapalım.
- abi z'nin dediğine göre, çıtır çıtırmış ortam. tam bizlik.
-- iyi lan o zaman akşama iskelede buluşuruz 7 gibi. ordan geçeriz. sen z yi ara söyle.
- 7 erken değil mi ya?
-- olum erken de, önce dışarda içeriz sonra mekana gireriz. mekanda girmesin içkiden.
- tamam o zaman 7 de iskele.

şeklinde özetleyebileceğim bir konuşmanın ardından, gece için minik hazırlıklar yapılmaya başlanır. güzel bir banyo ve vücut temizliği, saça sakala minik rötuşlar, ortaokul abaza bıyığı misali çıkan bıyıkların kesilmesi gibi aksiyonların ardından, yaklaşık 1,5 saatlik kıyafet seçimi sonrasında (bir de kadınlara kızarız halbüse), jilet gibi olmuştum. "anahtar, para, cep, sigara" kutsal dörtlüsünü tamamladıktan sonra evden çıktım.

kendimi o kadar jiletsel, o kadar yılansal hissediyordum ki, evimin önündn geçen "fikirtepe-kadıköy" minibüsüne bindiğimde, kendimi o minibüse ait değilmiş gibi, sanki o mahalleye misafir gibi gelmiş, ve artık kurtuluşa doğru gidiyormuş gibi hissetmiştim. o kadar uzaklaştırmıştım ki kendimi, bir anda şoför ayzek abi "vay erhan, koçum nereye böyle?" cümlesini duyana kadar. "taksim'e abi" cevabını verdikten sonra, "vaaay bizi hiç çağırma yok ha hehe, gel otur şuraya" diyerek, beni şoför koltuğunun yanındaki "motor kapağı" üstüne oturtarak, istemsiz muavinlik yapmak zorunda bırakması, sanki onu çağırmadığımız için benden içten içe aldığı intikamdı. zira oturduğum konumda, yüzüm tamamen yolculara dönük ve uzatılan paraları toplar durumum, onlara geri para üstü uzatışım, "10 lira üstü kiminse alsın" tarzı agresif çıkışlarım bile kendimi kurtarmama fayda etmedi. ayzek abinin sıtkı sıyrılmaz muhabbeti, enerjimde karartılar sağlıyor, kadıköye yaklaştıkça bu acının biteceğini yok olacağını umuyordum. rıhtımda minibüsten indikten sonra derin bir nefes aldım.

saat 18:51 civarı karaköy iskelesinde x ve z yi bekliyordum. önce z geldi. pişkin pişkin gülümsemesi ve o iğrenç çantası ile her zamanki gibi "naber abi, sigaran var mı? girişini yaparak, gün içinde çıkabilecek denyolukların ilk habercisi oldu. her zamanki gibi z "olum nasıl içiyorsun lan bunu" diyerek, günlük "hiç bir şeyi beğenmeme kotasi" nı yavaş yavaş doldurmaya başlamıştı. x de on dakika sonra bize katıldığında, 19:00 vapuru tabi kaçmıştı.
"abi bi bira mira alalım yeşilden(yeşil büfe tekel), vapurda içeriz" önerisinin gelmesine şaşırmadık ve önerildiği gibi davrandık. iskele kapısında içilen sigaraların ardından vapurun "tabii ki" kıç tarafına geçip, "oo olum şurdaki pembeliyi gördün mü?, abi o ayakkabıyı giydikten sonra bin defa verse almam, abi kapri giyen karılarda hiç yokum, yok lan acaip seksi geliyor bana kanka, of şurdakine bakın lan manav tezgahı gibi sermiş armudu kavunu, noldu lan sen dün sinem e kaydın mı? yok olum ciddi düşünüyorum hahhaha vs. " geyiklerle vapur yolculuğunu tamamlamıştık.

karaköy de vapurdan inişimiz her zamanki gibi, kalabalığın arasına dalıp, o kaosun içinde, önümüzdeki bayanlara abanıp "pardon abla arkadan itiyolar ehe ehe!" ritüeliyle gerçekleşti. sonrasında aramızda geçrkleşen "tünele binelim mi? binmeyelim mi?" isimli muhteşem tartışmamızın sonucunu yine "olum siktiret o parayla bi bira fazla içeriz" cümlesi kazandı ve, kamondo merdivenlerinden yukarıya doğru tırmanışa geçildi.

tünel civarına gelindiğinde z "ben bi telefon açayım berfulara" diye durdu. x ile ben de o sırada murat sezen gitar evi nin önünde durup, "olum şu turistlere bak, almandırlar lan kesin!" tarzı başlayıp "bunları kaldırması gayet kolay kanka, iki rakı içiriyorsun, iki eller havaya yapıyorsun, sonra küüüt" ile biten rutin geyiği yapmaktaydık. z bize dönüp "valla berfu biraz mırınlı kırınlı konuştı erhan ve x geliyor diyince de, bişiy olmaz ya" dedikten sonra, minik bir kıllanma sessizliği oluştu. zira berfu daha önce x in gecelik harcamalarından biriydi. berfu nun kankalarından özlem de benim bir akşamlık sahil takıntımdı. şimdi yüksek ihtimalle, karşı tarafta kurulan, bizden kaynaklı bir "aman ya onlar gelmesinler şimdi, içip içip millete sararlar, tatslızlık çıkar" cümlesinin öznesiydik. "hadi apoya(abdullah sokak) gidip demlenelim. ordan berfuyu arar mekana gideriz." cümlesiyle, bu kıllandırıcı kaos bir anda bozulmuş, apoya gitmek üzere, sağlı sollu geçen dişilere bakıp haklarında yorum yapmak suretiyle istiklal caddesi boyunca yürümeye başlanmıştı.

apo da güzel, hızlı ve makara dolu rutin alkol tüketimi esnasında z berfu yu iki defa daha aramış ve mutlak olan "henüz kesin bir şey yok" cevabıyla karşılaşmıştı. tabi ki z nin iki defa telefon açmasının esas sebebi, x ile benim, z yi devamlı "hadi olum arasana, neredelermiş" diye sıkıştırmamızdı. üçüncü ve dördüncü aramalardan sonra, tayfanın toplanıp "bir arkadaş"larının evine gittiği anlaşıldı. beşinci ve içeriği "biz de gelelim mi?" olan arama yapıldığında ise, aradığımız kişiye o an ulaşılamıyordu.

eğer alkollü olmasaydım, kesinlikle sinirlenip "ulan sizin yapacağınız işi de, sizi de..." diye başlayıp, sona ermesi uzun sürecek bir sağanağa başlayabilirdim. ama bunu yaparsam kendimi de otomatikman denyo konumuna düşüreceğim için bunu yapmadım tabi. yine üç sap bir aradaydık. "e abi madem öyle, votka yapalım. sonra gider bi mekana, cillik bakarız" cümlesi geldi ve tabi ki, votka /portakal ın o insanı nefis eden, kobra eden lezzetine varıldı.

son birer bira da cila çekildikten sonra "nereye gitsek lan?" tarzı soru işaretleriyle dolu olan kafamız "abi beni şu anda hayatta öyle bi rockbara falan sokamazsın" cümlemle bir nebze olsun azaldı. ama nereye girebilirdik? bilmiyorduk. birbirinden piç gülümsemeye sahip, amaçları alınlarında yazan üç sap ı damsız olarak içeriye alacak mekan sayısı epey azdı. derin düşüncelere dalmış, sağlı sollu kese kese yürürken, bir anda "beyler üst katta terasımız var, buyrun, mekana bir bakın!" önerisiyle, "e hadi girelim bakalım" diye daldık, şu anda ismini dahi hatırlamadığım diro bir mekana.

mekana girdiğimizde, "hande yener - sen yoluna ben yoluma" çalıyordu. ama ilginç bir şekilde ki, içeride bayan popülasyonu epey yüksekti. terasta millet genelde ayakta muhabbet ediyordu. kenarda köşede minderlerin çoğu doluydu. birer biramızı alıp 3 sap olarak ayakta, etrafı kesmeye, hemen avlanmak için çeşitli stratejiler oluşturmaya başladık. z yine benden sigara istedi ve ben de olanca sinirimle "lan git kendine paket al ibne!" diye çıkışınca "iyi a.k" diyerek gözden uzaklaştı. x ile ben hala strateji çözmeye kasarken, z nin ortadan kayboluşunun üzerinden en az 20 dakika geçmiş olduğunu ancak farketmiştik. "nerede lan bu herif" diye üstünkörü bir etrafı kolaçan dan sonra z bizi buldu.

z genelde yüzü gülen biriydi. neşeli bir mizaca sahipti çoğu zaman. ama bu sefer durum biraz farklıydı. yüzünde güller açıyor, "babam bana bisiklet aldı" diyen ilkokul öğrencisi gibi içi içine sığmıyordu. "abi şurdaki turist karılardan sigara istedim, muhabbete başladık, arkadaşlarımı da çapırayım dedim, olur dediler. hadi abi!" dedikten sonra, içimde açan çiçekleri size anlatmam mümkün değil. evet, 3 sap olarak ekildiğimiz bu gece, kader yüzümüze gülmüş ve üç tane turist hatun çıkartmıştı. alelacele, hatunların yanına gidip, minderlerine çöktük.

tanıştık. ingilizce den başka yabancı bir dilimiz olmadığı için "alman" olduklarını belirten güzel hanımkızlarımızla ingilizce anlaşmak durumundaydık. kızlar gayet hoş, "bal nedir ki, şeker nedir ki" kıvamındalardı. ve benim ingilizcem malesef pek de iyi değildi. ama olsun, problem değildi benim için. ne de olsa antalya , bordum gibi yerlerde "hello du yu seks?, ay fak fantastik" diyerek turist emen hıyarlardan ne eksiğim var dı? kızlarla iyiden iyiye muhabbete kenetlenmiştik. sinemadan, müzikten, rakıdan, tarkandan, o dönemdeki abuk olaylardan, türk kızlarının ne kadar angut olduklarından, abarta abarta megalaştırdığımız müzisyenliğimizden (rak stardık tabi), okullarımızda yaptığımız derecelerden konuşuyorduk kızlarla. tabi x, ben ve z aramızda arasıra türkçe konuşup değerlendirme de yapıyorduk, kızların yanında, onların da aynı almanca yaptığı gibi.

"abi kizil benim!" cümlesini kurduğumda, z "kanka hiç farketmez, ben sarıyı da alırım, kumralı da. ikisi de gayet olurlu" diye, içimi rahatlatmıştı. x "tamam abi ben kumrala nişan aldım. memearası yapıcam kanka hahhaha" diyerekten, o geceki hedeflerimizi belirlemiş, artık abanma sırası gelmişti.

yalnız mekan iyice dolmaya daralmaya başlamıştı. kızlara, "isterseniz bu kalabalıktan çıkalım, daha ferah bir yerlere gidelim" önerisinde bulunduk. zira mekan cidden dolup taşmaya ve damsız alınan ayilar (biz artık değildik çünkü ya) yüzünden, askerlik şubesine dönmeye başlamıştı. kızlar da önerimize olumlu yanıt verince, merdivenlerden inmeye başladık. x ve ben "üçümüze üçümüz, bayram etsin çükümüz" cümlesini marş gibi söyleye söyleye inerken, merdivenden çıkan ve yanımızdaki enfes bayanları gören hanzoların suratları bir anda düşüyor. ama sonrasında "lan bu hıyarlar bile buldularsa içeride böyle nimetler, şans bana niye gülmesin" diye sonradan seviniyor da olabilirlerdi. bilemeyeceğim.

üç sap değildik artık, "üçünüze üçümüz" modunda, o mekan senin bu mekan benim girip bişeyler içip, az biraz sürtmeli, az biraz ellemeli deydirmeli şekilde takılıyorduk. ama hala henüz, icraat yolunu açan yoktu. kızlar çok sıcakkkanlıydı gerçekten. iyi de içiyorlardı. biz de coştukça coşuyorduk. hepimizin de oturduğu bir anda x telefona sarıldıktan sonra bize dönüp "abi bizim erenköydeki ev boşmuş, abimler yazlığa gitmiş" haberini verince, o gecenin davullu zurnalı ve kızıl biteceğini anlamıştım. z nin kafasının yavaştan nallaşmaya başladığını "olum bunlarla grup bile yaparız lan hahahaha" cümlesiyle anlar gibi olmuştum. evet anlar gibi olmuştum çünkü benim kafam da gerçekten fezaya ermek üzereydi. x ise kumralı almış minikten aksiyona girmeye başlar gibiydi. avını bir panter gibi kıstırmış, burnu avın etine 1cm kalmış halde göz temasları ile ceylanı avlamak üzereydi. kızılla aramızdaki elektrik iyiden iyiye yıldırımlaştı ve bir anda üçümüz de kızlarla iyiden iyiye cilveleşirken bulduk kendimizi.

x, z ve ben iyiden iyiye hallendiğimiz için, "artık çadırları toplayıp eve gidelim kanka, güreşe orda devam edelim" dedik. kızlar da "yeah!" çekince, "olum tamam, bu gece dolunay var" diye kızıl saçlı bembeyaz tenli hatunumun kalçalarını düşünmeye başlamıştım. o gece enfes olacaktı. ter içindeki vücutlarımız birbirine dolanacak, sabah güneşi, zevk çığlıklarımızla beraber yükselecekti. z nin ağzının suları akıyordu resmen. x ise, "abi ellerini ayaklarını bağlıycam, fantazi yapıcam böyle. bunlar yabancı olum, her türlü numara vardır bunlarda" demişti. "bondage" dememesinin sebebini de kulağıma eğilerek "abi şimdi bondıc dersem kız ürker ve kaçar" şeklinde açıklayarak, ne kadar denyo bir insan olduğunu belli etmişti.

tam sarı dolmuşların oraya varmamıza 10 metre kala kızlar durdu. kızıl saçlımın gözünün içine baktım. o kadar mavi ve soğuktu ki. o yaz gecesinin bütün sıcaklığını alıp beni ferahlatıyordu. kumral olan, iri göğüslerini dusch das reklamından çıkmışçasına hoplatmayı durdurdu ve x e döndü. z nin kolundaki sarışın bir anda çıktı ve kumralın yanına geçti. kumral bize dönerek türkçe:

"bize böyle güzel ve eğlenceli bir gece yaşattığınız için çok sağolun. rakılar için de ayrıca teşekkür ederiz. eve gitmemiz lazım, arkadaşlar bzi bekliyor. bay baaay! ahhahha"

o son "ahhahha" üçünün ağzından çıkmıştı.

............................................

otobüs duraklarının arkasındaki basamaklarda oturup bira içiyorduk. sabahın ilk ışıklarıyla beraber, yediğimiz bu efsane golün tezahüratları yükseliyordu beynimin içinde. z paket almıştı. bir sigara istedim ondan. x in ağzını bıçak açmıyordu, telefonda birileriyle mesajlaşıyordu. günün son sözü ondan gelmişti.

"abi 6 otobüsüne binelim, benim izmirli icq da bekliyor"..


budur.

..................................






sevgilerimle,


Erhan KABAKÇI, 1964 - Trinidad Tobago

4 Haziran 2011 Cumartesi

DOMATES




sevgili okurlarıma "ya ayrı kaldık da zizi vizi" yapma faslını sıkıca geçmek istiyorum. çalışan eden, evine erik alan (sabahın 5 inde erik buldum aldım valla) bir insan oldum olalı, fazla vakitli bir insan değilim. zaten sabahın 5inde bulduğum erik de muazzam bir fiyatla sayılmış bana (ertesi gün semt pazarına gidince gördüm ne biçim kaçtığını), sağlık olsun.anlatmak istediğim mesele aslında genel olarak, yazdığım mevzulardan farklı. devamlı "doksan dakika sonunda gülen taraf" olmanın yollarını anlatan ben, bu sefer de "ben yaptım siz yapmayın" özlü bir şeyler paylaşmak istiyorum.

çoğunuzun bildiği gibi kadıköy de woodstock isimli bir mekanda tonmaysterlik yapmaktayım (o ne la öyle? diye soranlara "sesçi işte ya, gruplara ayar mayar" diyorum. evet böyle de anlatmaktan bıkmışım). hoş şartlarda çalışmaktayım, keyfim yerinde.her ne kadar bir "bar" ortamında, özellikle "rock bar" tarzı bir ortamda tonmaysterlik yapmak benim için çok çok sürpriz olsa da, bir şekilde burada çalışmayı sevdim. daha fazla "aman patron okuyunca kıl olmasın" tribi yapar gibi durmayayım, geçelim.

neyse efendim, "barbeque" isimli bir grup çıkar bizim dükkanda sık sık (dükkan dedim de tam esnaf olsun. kapı önüne çıkıp berberle muhabbet edeyim), vokalistleri de ara sıra megafon kullanır, böyle değişiklik olsun etsin diye. iyi de kullanır. ama burada amacım ne dükkanı, ne barbeque yü, ne de megafonu övmek. sağolsunlar, megafon da dükkanda durur hep. ne zaman canım sıkılsa megafonu elime alıp "domates" (züğürt ağa tonu) diye bağıra bağıra gezerim.

son bir kaç haftadır dükkanın işleyişinde, programlarda çok garip ama bir o kadar da üstesinden rahatça gelebildiğim değişiklikler yaşamaktayım (bu cümleyi kağıda yazıp, uyanınca yine okuyacağım). zor gibi görünen işlerin çok çok daha kolay halledilebildiğini zaten bilen biri olarak hep "yaparız ya" diyen biri olduğum için sorun yok. eski okuyucularımın "e abi olay ne zaman kadınlara gelecek" dediğini duyar gibiyim, yakındır.

tanıyanlar bilir, okuyanlar bilir, level 40 öküz gibi görünsem de bir takım numaralarım her daim mevcuttur. nereden geldiği ve nereye gittiği bilinmeyen ilişkiler yaşamakta git gide ustalaştığımı da bilir beni tanıyanlar. evet kadınlar güzeldir, hoştur. ama ilişki "gittiği yere kadar" değil, "dayanılabildiği yere kadar" dır. zaten belirli bir dayanıklılık gösteren arkadaşlarım, evlenerek kulübe girdiler (bu yaz yine her hafta düğün. neyse iyi içeriz beleş.). ayran gönüllü müyüm, hayvan gönüllü müyüm bilmiyorum ama bir şekilde gönüllüyüm. hiç bir şeyi "spor olsun, skor olsun" diye yaşamıyorum. insanlarla tanışırken ilk kurduğum tümce olan "duygulu bir insana benziyorsun" u en azından iş hayatımda kullanmıyorum. zira wayne shorter a "duygulu bir insana benziyorsun" desem, bana sadece "vat?" derdi. o yüzden pek girmiyorum bu olaylara. bilinçli gibiyim.

esnaf günlüğüne döndü evet farkındayım. "ee abi hani cevher" diyorsunuz biliyorum. ancak bu sefer anlatacağım şey "bir başarı öyküsü" değil. başarısızlıklarımı da paylaşmalıyım. daha önce de belirtmiştim "ben ettim, siz etmeyin" diye. neyse.

kadınlar veya erkekler diye ayırmadan okumanızı öneririm. hoş benim işim erkek işi (hoş, anlatacaklarımla bu söylediğim de gayet tezat). "x grubu gelecek" dendi, tamam dedim gelsinler. sorun değil benim için. en dırrik ekipmanla bile temiz ses çıkartırım. evet iddialıyımdır işimde. grubu bekliyordum, "lan bir an önce gelsinler de işimize bakalım. nerede lan bunlar?" diyip "lan bir an önce iş bitsin de içeyim" i yandan geçirirken. ve, geldiler.

kurulum bitti gitti, soundcheck başladı. sorunlu olan kısımları hallettik. sonra durdum düşündüm, "ulan bas fazla mı açık, yoksa bende mi bi hıyarlık var?" diye. her şey dengeliydi. soundcheck i sonlandırmak için minik bir şarkı çaldılar. her şey dengeliydi, ben hariç.

soundcheck bittiğinde, megafonu elime alıp "tamamdır" dedim, duyan olmadı. illa el hareketi yapmam gerekti, işe de yaradı. program başladı. çaldılar. gümbür gümbür çaldılar. ara sıra göz göze geliyorduk, elimi "refah partisi" otobüsü geçercesine kaldırıp, kafamı "iyi iyi güzel güzel" dermiş gibi oynatıyordum. evet güzeldi her şey.

çaldılar bitirdiler.
tamam, güzel.


ismini söyleyip onu tebrik edecektim elimde megafonla, hoş da olurdu. olsa ne olurdu gerçi onu da bilmiyorum. enstruman çalan kadınlara bu güne kadar hep "üff püff" demiş olan ben etkilenmiştim iyi ya da kötü bir şekilde. bilemedim. alkollüyüm.

eşyalarını toplamaya başladı. etkileyiciliği zerre kaybolmamıştı. elimde megafonla ona bakıyordum. bir arkadaşım "olum noldu lan dondun?" dedi (nereye baktığımı farketmemiştir eminim). sonrasında hikayemizin esas kızı dönüp gülümsedi. o sırada kuul bir tonla (iyi yaparım bunu) "ah, teşekkür ederim, esas senin ellerine sağlık" demem gereken ben, elimde megafonla, ne edeceğimi bilemeyerek "DOMATES" diyebildim..

domates.

(tamam bu ayrı bir olay ama, keşke devamını getirip züğürt ağa gibi DE HAYDİ TOMATES demeseydim daha güzel olacaktı sanırım.)

.................

kısacası, "oha lan böyle bir insan çıksın karşıma, evlenirim kesin" dediğiniz insan karşınıza çıkıyor ve ona sadece "DOMATES" diyebiliyorsunuz. farketmemiş de olsa.

iyi, farketmemiş.

siz siz olun farkettirmeyin, şansınızı iyi kullanın.

................


sevgilerimle,




Erhan KABAKCI - 1972, Kuala Lumpur (yine)